WWW.AHMETTURKAN.COM.TR

ZAMAN HER ŞEYİ ANLATIR

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Anasayfa YAZILARIM ACADEMI ORG OSMANLI SAATİ NE ANLATIYOR

OSMANLI SAATİ NE ANLATIYOR

e-Posta Yazdır PDF

 

OSMANLI SAATİ NE ANLATIYOR

 

İRFAN SAATİ

Hazırlayan : Ahmet TÜRKAN

Aralık – 2020

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ

1. TEVHİD

2. İLİM

3. İRFAN

4. AKIL

5. HİKMET

6. İNSAN

7. AMEL

8. ADL

9. AHLAK

10. UMRAN

11. İSLAM

12. HAK

SONUÇ

GİRİŞ

Osmanlı’nın temellerini atan Ertuğrul Gazi’den itibaren gelen Osmanoğulları Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, vatan ve bayrak sevgisi ile yaşamış hayatını bu yola vakfetmişlerdir.

Osmanlının kuruluşunda ilim ve öğütleri ile çok büyük bir katkı yapmış olan Şeyh Edebalı Osman Bey’e verdiği nasihatinde “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyerek Devletin temelinin insana olan bakışını ve yaklaşımını göstermek istemiştir.

Adeta bu nasihat veraset yolu ile Osmanlı hanedanının en önemli yaşam biçimi olmuştur. Elbette bazı zamanlarda sapmalar olmuştur, lakin sapmaların kişisel hatalar, kaygılar ve zaman içinde bazı değerlerin algılanış biçiminden kaynaklanmış olabilir. Şu iyi bilinmelidir ki Osmanlı geliştikçe pek çok milletler Osmanlı sınırlarına katılmış, farklı yaşam tarzları, anlayış ve ilişkiler ortaya çıkmıştır. Bizim burada anlatmak istediğimiz esas bazda kabul edilmiş değerlere bakış açısıdır.

Osmanlı saati üzerine işlenen değerleri kısaca açıklamaya çalışacağız. Her gün bu değerlerin hayatımızda yer almasına verilen önem üzerinde durulacaktır. Osmanlı saati ya da İrfan saati. Saatin ortaya çıkış macerasını ise sonuç bölümünde aktaracağım.

1. TEVHİD

Saatimizi başlangıcı Saat 1 yerine Tevhid yazılmasının anlamı nedir.

Tevhidin manası Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. O’ hiçbir şeye muhtaç değildir; her şey O’na muhtaçtır. O’na benzer bir şey yoktur. Ortağı yoktur. O’ bütün kusurlardan münezzehtir. Kısaca “Lâ İlâhe İllallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu İslâm şiarına tevhid denir. “Lâ İlâhe İllallah” diyen ve inanan her kişi mü’mindir.

Cenâb-ı Allah’ın (cc) Kudret ve Âzameti, insanın aklı ihata edemeyeceği kadar büyüktür. Kur’ân-ı Kerîm’de “O’ Evveldir, O’ Âhirdir, O’ Zâhirdir, O’ Bâtındır.” (Hadid suresi 57/3) buyurmuş.

O’ Evveldir: başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da O’nun ilim ve kudretine bağlıdır.

O’ Âhirdir: Sonu olmadığı gibi bütün varlıkların neticesi O’na bakar ve dönüşü O’nadır.

O’ Zâhirdir: Varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünür ve bütün varlıklar dış görünüşleri ve san’atlı yapılışlarıyla O’nun kudret ve san’atına şâhitlik eder.

O’ Bâtındır: Her şeyin hakikatine vâkıftır ve her şeyin içyüzü O’nun kudret ve hikmetine şâhitlik eder.

Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.
Evet, hadsiz cemal ve kemâlât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesapsız ihsanat ve bahâ-i Rahmânî ve gayetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, ancak vahdet aynasında ve vahdet vasıtasıyla, şecere-i hilkatin nihâyâtındaki cüz’iyâtın simalarında temerküz eden cilve-i esmâda görünür. Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüzî fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden, bütün yavruların pek çok harikulâde ve pek çok şefkatkârâne olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahmân’ın cemâl-i lâyezâlîsi kemâl-i şâşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüzî iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.
Hem meselâ, müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, zemin denilen hastahane-i kübrâda bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlakın cemâl-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şâşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüzî fakat alîmâne, basîrâne, şuurkârâne olan şifa vermek dahi, câmid ilâçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir, bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder. ( Risale-i Nur. 2. Şua. Birinci Makamın birinci meyvesi)

Yani insanın hayatındaki ilk madde Rabbini bilmesi ve iman etmesidir. Osmanlı bu meseleyi saatin ilk maddesi yapmakla insanın gayesinin iman ve tevhid inancı olduğunu anlatmak ve hayatın içine yerleştirmek istemiştir.

2. İLİM

İnsanın duyu vasıtaları ile elde ettiği veya Allah Tebarek ve Teâlâ'nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan yakını bilgi.

İslamî terminolojide ilim terimi; "bilgi" kelimesini karşılamak için kullanıldığı gibi, herhangi bir bilgi şubesini ifade için de kullanılır. Meselâ; kelâm ilmi, tefsir ilmi gibi. Keza, ilim ve bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karşılandığı da bilinir.

Seyyid Şerif Cürcânî'ye göre ilim: "Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanaattir" (Cürcani, et-Ta'rifat, Beyrut 1985, s. 160).

Cürcânî ilim için şu tarifleri de yapar: "İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir. Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. İlim; nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen ile düşünülen arasında hususi bir alâkadır" (Cürcânî, et- Ta'rifat, s. 160, 167).

İlim, kesin olsun veya olmasın kavram (tasavvur) veya hüküm olarak mutlak manasıyla idrak etmektir. İlim; düşünme, fehmetme ve hayal etme manalarına da gelir" (Tahanevi, Keşşafü lstılahati'l-fünun, II, 1055).

İlim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan marifet kavramı, daha hususi bir anlam taşır ve daha ziyade vasıtasız bilgiyi, sezişi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanılır. İlim ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler topluluğudur.

İnsanda ilmin ilk doğuşu; düşünmeden (basitçe), bir yol göstericiye başvurmadan elde edilir. İnsan, yaşı ilerledikçe sebeplerine başvurularak, düşünülerek, bir delille ilim elde etme yollarının var olduğunu anlar. Toplu olarak söylersek; birisi vasıtasız yolla doğrudan elde edilen ilim, diğeri vasıta ile elde edilen ilim vardır.


Vasıtasız ilim

Her insan kendi hususiyetleri ile kendi cinsleri arasında farklı ve ayrı yanlarıyla yaratılır. Tabii olarak var olan hususiyetleri bilmek, fertlere doğrudan, vasıtasız verilen bilgidir (ilimdir). İnsan, açlık, susuzluk, keder, neşe, korku vb. duyguları, çocuk, süt emmeyi; kuş, uçmayı; balık, yüzmeyi doğrudan öğrenir. Siyah ve beyazına diğer renklerin aynı şey olmadığı ve bir çok şeyin mevcudiyeti vasıtasız olarak bilinir. Bu yolla genelde maddi şeyler görerek öğrenilir.

Vasıtalı ilim

Bu çeşit ilim ise genel olarak akıl ve his aracılığı ile öğrenilen ilimdir. Vasıtalı ilimler ise, maddi olmayan, veya mevcut olup dışta maddi şekli bulunmayan, fizik ötesi dediğimiz gayb aleminden fikir, zihin yoluyla öğrenilir. İnsanda bulunan beş duyu (görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma) ile maddi şeyler hakkında (duyular vasıtasıyla) bilgi edinilir. Bir şey görünce şekil, bir ses işitince ses, bir şey koklayınca koku, ağzımıza yiyecek alınca o şeyin tadı, bir şeye dokununca onun yumuşak ve sert oluşu vs. hakkında vasıtalı bilgiler ediniriz. Ancak hastalık halinde tatlı, acı gibi gelir. Tren ve başka araçla giderken yol geriye gidiyor sanırız. Bu gibi bazı istisnalar dışında, duyular aracılığıyla, düşünerek, zihni bilgiler ediniriz. Ayrıca inceleme ve araştırma yoluyla da şüpheleri gideren doğru bilgilere ulaşırız.

İlimler farklı bakış açılarına göre şu tasniflere ayrılabilir:

Şer'î ilimler

Peygamber efendimizin getirdiği ilim.

Şer'î olmayan ilimler

Maddi, dünyevi ilimler. Ayrıca dinî, aklî ve dünyevî ilimler olarak, veya zâhir, (dünya hayatını tanzim eden) bâtın (ebedî hayatı tanzim edici) ilimler olarak da kısımlara ayrılırlar.

İslâm akâidine göre insanın ilim elde etmesinin yolları üçtür

Havass-ı selime (sağlam duyu organları). Bunlar göz, kulak, burun, dil ve deri olmak üzere beştir. Bu duyu organları hastalıklardan uzak olduğu takdirde kendileriyle elde edilen bilgiye güvenilir.

Haber-i sadık (doğru haber). Bu ikiye ayrılır:

Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş olduğu haberdir. Bunda şüphe edilmez. Meselâ bugün Avustralya kıtasının varlığını gözlerimizle görmesek bile birçok kişi tarafından haber verildiği için tereddütsüz kabul ederiz.

Haber-i Resul: Allah tarafından gönderilen hak peygamberin vermiş olduğu haber ve söylemiş olduğu şeylerdir.

Akıl: İslâm dini akla büyük önem vermiş, onu ilim elde etme yollarından biri olarak kabul etmiştir. Bir şey akılla düşünmeden hemen bilinirse buna "bedîhî" denir. Düşünerek bilinirse "istidlâlî" denir

İslâm dini ilme, okumaya ve bilgiye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerin öğreten Rabbin sonsuz lütûf sahibidir" (el-Alak, 96/1-5).

İslâm, insanın yaratılışına uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın dinî görevlerini yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile batılı birbirinden ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): "İlim tahsil etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır" (İbn Mace, Mukaddime, 17) buyurmuştur.

Tıb, hesap ve teknik gibi cemiyet için gerekli olan her türlü bilgiyi öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu tür ilimler cemiyetin bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar.

Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise mekruhtur.

İslâm kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur'an-ı Kerim'de sadece ilim kelimesi yüz beş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüz elli dokuzu bulur. Ayrıca "akıl, fikir, zikr" gibi kelimeler Kur'an-ı Kerim'de çok zikredilir.

İslâm'a göre ilim ve hikmet müminin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin de başı bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kafir olmaz. Şirkin ne demek olduğunu bilen, başkalarını Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına ibadet etmez. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de "Sakın ha cahillerden olma" (el-En'âm, 5/35) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerîm'in açıkça ifade ettiğine göre "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar" (el-Fâtır, 35/28).

Kur'an-ı Kerîm'de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? " (ez-Zümer, 39/9).

İslâm ilmin, âlimin ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de "Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir" (el-Mücadele, 58/15) buyurulur.

Peygamber efendimiz (s.a.s) de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ Cennet yollarından açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki ayın, görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır, onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir" (Ebû Davud, İlm, 1).

"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah yolundadır" (Tirmizî, İlm, 2).

"Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir" (Keşfü'l Hafâ, H. No: 1751).

İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamber efendimiz (s.a.s), dualarında; "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır" (Tirmizî, Daavât, 128); "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Tirmizî, Daavât, 68) buyururdu.

Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet'le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir demek mümkündür.

Dünya, ahiretin tarlası ve Allah'a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen bir takım düsturlar vardır. İşte bu dünyada insanların ekonomik, sosyal, dinî ve dünyevî bütün durumlarını düzenleyici ve insanları birleştirici kuvvet sadece ilim yoluyla kazanılır.

İlim, nefisleri helâk edici ahlaksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlâka kavuşturur ve ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, Allahü Teâlâ'nın kemâl sıfatıdır. Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ilimden gelmektedir. Allah'ın huzuruna ilimle gidilir. İlim tek başına faziletin de kendisidir.

Âlim ise, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir" (el-Maide, 5/67) ilâhi emrine muhatap olan peygamberin izindedir.

3. İRFAN


Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.

İkrar: Saklamayarak söyleme, açıkça söyleme, bildirme, benimseme, onama, kabul, tasdik. Onun için Kelime-i Şehadet dil ile ikrar kalp ile tasdikdir ki irfan tam manası ile anlaşılsın.

Fıkhi karşılığı: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise; vech-i cüz'î ile bilmektir. Bu cihetle Cenab-ı Hakk'a irfan ve marifet isnad olunmaz. Fıtrî istidat eseri olarak inceleyerek tefekkür edip bilmektir. Buna "İlm-i Ledün" ve İlm-i Rabbanî" de denir.

Tasavvufta irfana ve marifete baştan beri büyük önem verildiğinden tasavvufa, irfan yolu, ariflerin tuttukları yol, sufilere de arifler/urefa, ehl-i irfan, ehl-i marifet denilmiştir. Fakat tasavvufa dair yazılan eserlerde, özellikle ilk ve ana kaynaklarda daha fazla marifet (çoğulu: maarif) terimi kullanılmış, irfan kelimesi çok az kullanılmıştır.

İrfan/marifet kaynağı kalp/vicdan olan fıtri ve insani bir bilgidir. Fetvayı kalbinden iste, anlamına gelen hadiste irfana/insafa işaret edilmiştir. Günah ve kötülük kirinden arındırılmış, sahih itikat, ihlaslı ibadet ve dürüstlüğü esas alan bir ahlakla donatılmış, bezenmiş ve süslenmiş, saf/temiz kalp doğru bilgi verir. Bu bilginin doğruluğunu akıl da teyit eder. Zaman zaman bu nitelikteki bilgiye hads/sezgi, keşf ve ilham dendiği de olur.

İrfan/marifet ameli ve tecrübi bilgidir, amele ve ibadete dayanmayan soyut bilgiye irfan denmez. İrfanın başlangıç noktası amel, taat, ibadet, ahlak, edep, riyazet ve mücahededir. Sonu ise Hak Tealanın lütuf ve bahşettiği (hibe) bilgidir. İrfanın bir ucu kesbi, diğer ucu vehbidir. Nitekim, "Uğrumuzda mücahede edenlere (bize) ulaş(tır)an yollarımızı gösteririz." (Ankebut, 6) buyurulmuştur. Yani mücahede kuldan, yol gösterme Mevla'dandır. Kulun ihtiyaç duyduğu bu yola ilişkin bilgileri Hak Teala lütfeder, bildiğiyle amel edeni yüce Allah, bilmediği şeylerin bilgisine varis kılar.

Kainattaki bütün varlıklar, bütün zerreler Hak Tealanın varlığının, birliğinin, kudretinin, azametinin birer ayetleri, işaretleri ve delilleridir. Bunlardan her biri insana bilgi verir, Allah hakkında onu irfan ve marifet sahibi yapar. (Aynu’l-kudat, 55)

Sufi/veli dış âlemdeki varlıkları gözlemleyerek bunlar üzerinde düşünerek ve bunların hikmetlerini anlayarak Hakk'a dair irfan ve marifet sahibi olur.

İrfan Kelimesi yukarıda da belirttiğimiz gibi; bilme, anlama, sezme gibi derin anlamlar ifade eder. Bir anlamda gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş anlaşılır.

4. AKIL

“Anlama âleti. Düşünme kabiliyeti. Zekâ. Zihin.”, “Madeni kalp ve ruhta, şuaı dimağda bulunan bir nur-u manevî.” gibi değişik tarifler yapılmıştır.

Felsefeciler aklı değişik mânâlarda anlamış, farklı şekillerde tarif etmişler; ama üzerinde anlaştıkları tek bir tarif gösterilemiyor. Bu ne demektir? Yâni, insanoğlu henüz aklının mahiyetini anlamış değil.

Akıl hakkında yapılan güzel bir tarif:

“Akıl, zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.”

Hem maddeden mücerret hem de maddeyle alâkadar olmak nasıl olur? Şu misal konuya açıklık getirebilir.

Çalışan bir buzdolabına yahut çamaşır makinesine elimizi rahatlıkla dokundurabiliyoruz ve bizi elektrik çarpmıyor. Demek ki, elektrik, zâtı ile o cihazda yok. Ama fiiliyle onunla alâkadar. Akıl ile beyin arasında da aynen olmasa bile, benzer bir ilgi vardır.

Aklın vazifesi üzerinde çok şeyler söylenmiş. Bunlardan oldukça kabul görmüş birisi şu: “Akıl anlama âletidir.”

Akıl âlet olunca, bir de onu kullanan olacaktır. Herhalde, gözü kullanıp bakan, dili kullanıp tadan kim ise, aklı kullanıp anlayan da o olmalı. Bu da ruhtan başkası değil. Nitekim, yanlış iş gören birisini ikaz ederken, “Aklını kullan!..” demiyor muyuz? Bu sözü herhalde o adamın eline, koluna yahut iç organlarına söylemiyoruz.

İşte, aklını kullanmasını istediğimiz o ruh, aklı tarif edemiyor. Nasıl etsin ki, daha kendi mahiyetinden habersiz, onun da cahili.

Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabileceği asgarî ve azamî yükler vardır. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartılabilir, ne de on gramlık altın. Her iki hâlde de âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir.

İnsanın bütün duyu organları da birer terazi gibidir. Nitekim insan, çıplak gözle mikropları da göremiyor, ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızları da. Bir mikroskop, bir teleskop onun görüş ufkunu biraz genişletir, ama yine de belli sınırların dışına taşamaz. İnsanın işitmesi de öyledir, koku alması da.

Gelelim “anlama” meselesine. Her âleti yerli yerinde kullanmayı düşünen, hiçbirine gücünün üstünde yük yükletmeyen, onları hırpalamayan, ezmeyen, perişan etmeyen insan, nedense, sıra akla gelince bütün bu tedbirleri unutur; ona her şeyi yüklemeye kalkar. Metafizik sahanın bile en ince meselelerini anlamaya, en derin problemlerini çözmeye, en uzak gerçeklerini keşfetmeye çabalar. Halbuki aklın da iş görebileceği belli sahalar vardır. Hele bazı konularda insanın, değil konuşması, tahmin yürütmesi bile doğru değildir.

Aklın, rehbersiz dolaşamayacağı nice sahalar var. Bunlardan birisi: Kâinat niçin yaratılmıştır?

Akıl ancak “kâinatın nasıl yaratıldığı” konusunda bir şeyler söyleyebilir. Onun yaradılış gayesi, aklın sahasını aşar. İnsan, bu vadide, sadece aklı ve kâinatı yaratan Allah’ın kelâmını dinleyecektir.

İnsan, her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratıldığını, kendisinin de başıboş olamayacağını aklıyla kavrayabilir. Ama yaratıcısına, Rabbine karşı neler yapması gerektiğine kendisi karar veremez. Her nimetin şükür gerektirdiğini anlayabilir, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda tahminler yürütemez.

Aklın tek başına yanaşamayacağı bir başka saha, “Cenâb-ı Hakk’ın zâtıdır." İnsan bu konuda izinsiz konuşmaya nasıl cesaret edebilir ki, daha aklının ve ruhunun mahiyetlerini anlayabilmiş değildir.

Bir başka saha, ölüm ve ötesi; kabir, haşir, hesap, mükâfat ve ceza.. Bunlar hakkında tahminler yürütmek de aklı aşar. Bütün bu ve benzeri konularda, aklın gereği, İlâhî fermana aynen uymaktır.

“Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuriyle bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine, her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misüllü sana ışık verir.” (bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)

Kur’an güneşinin altına girenler, aydınlığa kavuşur, yeni doğmuş gibi olurlar. Dar fikirleri birden bire genişlenir. Görmeyen gözleri açılır. Daha önce bir adım olsun atamadıkları sahalarda yol almaya, yüzmeye, uçmaya başlarlar. Ama elbette, belli bir sınıra kadar. Çünkü kuldurlar, mahlûkturlar.

Gerçekte, akıl için yol birdir. O da ne şunun, ne bir başkasının sözüne değil, vahyin ta kendisine uymaktır.

“Allah birdir. Onun yolu da birdir. Görmez misin ki, iki şeyin arasında var olduğu kabul edilen doğru tektir. Ama, cehalet ve sapıklık yolları çoktur. Nitekim, iki şeyin arasında düşünülen eğri çizgiler sonsuzdur.” (Kınalızade)

Felsefe tarihi, akıl üzerinde yapılan münakaşalarla doludur. Bu tartışmalarda aklın ne olduğu üzerinde uzun uzun durulmuş, ama onun nasıl kullanılması gerektiği çoğu zaman dikkate alınmamıştır. Halbuki bu ikincisi, birinciden çok daha önemlidir.

Malûmdur ki, insan bir âleti kullanmayı bildiği takdirde, ondan rahatlıkla faydalanabiliyor. Onun inceliklerini bilmesi, çoğu zaman, gerekmiyor.

Şu âyet-i kerime mealini dikkatle okuyalım:

“Bir de sana ruhtan soruyorlar: De ki ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra, 17/85)

Bu İlâhî haber, akıl için de aynen geçerli. Zaten “ruh”, “kalp”, “akıl” kelimeleri çoğu zaman aynı mânâda kullanılıyor. Bazı zâtlar, aklı ruhun bir sıfatı olarak kabul ederken, diğer bir kısmı da, akıl, kalp ve ruh kelimelerini, aynı mahiyetin değişik isimleri olarak değerlendiriyorlar.

Evet, gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerek hadis-i şeriflerde aklın mahiyetinden çok, nasıl kullanılması gerektiği üzerinde durulur. Sema ve arzın yaratılışı, insanın yaratılış safhaları, dağların nehirlerin faydaları, arının ilhama mazhariyeti, baharın haşire benzerliği gibi nice ibretli tablolar insan aklına takdim edilir. Ve ondan düşünmesi, anlaması ve şükretmesi istenir.

5. HİKMET

İnsanı ilmin nihâî noktası olan mârifete eriştirecek “hikmet” nedir diye sorulacak olursa; hikmet, Kur’ân ve Sünnet’in şaşmaz hakîkatleridir. “Sen, Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.” (en-Nahl, 125) âyet’i kerîmesinde ifâde buyrulan hikmetten maksat, müfessirlerce Kur’ân ve Sünnet olarak tefsir edilmiştir.

İlim şehrinin kapısı olan Hazret-i Ali (R.A): “Ruhlarınızı hikmetli sözlerle dinlendirin. Çünkü bedenler yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.” buyurmuştur. Dolayısıyla insanın huzuru, ilim ve hikmetsiz gerçekleşemez. Ruhun sıkıntılarını bertaraf eden, onu dünyevî ihtirasların ve nefsani arzuların kıskacından kurtarıp huzur ve sükûna kavuşturan hakîkat incileri, hep hikmet cümlesindendir.

Hırs ve kaprislerin zehirli yemişleri olan nefsânî menfaatler, gönlün hikmette derinleşmesini engelleyen ve rûhânî hayata vurulan birer zincir mesâbesindedir. Bu zincirleri kırmadıkça Hakk’a varılamaz. Bundan dolayıdır ki kelime-i tevhîd, “lâ ilâhe” diye başlayarak evvelâ bu zincirlerden kurtulmak gerektiğini ifâde eder. Mü’min, ancak bu şekilde hakîkatin zirvesi olan Hakk’a kalben vâsıl olabilir.

Tasavvuf da, bu gâye ile telâkkî edilen bir ilimdir. Tasavvuf, nefsânî arzuları asgarîye indirerek rûhu inkişâf ettirme ve hikmette derinleşme gayretidir.

Aklın idrak sınırları dışında bulunan nice sırlar, hikmetle çözülür. Bu yönüyle hikmet, akla aczini de kavratır. Çünkü görebilen kimse için hikmet, perde ardındaki hakîkatlerden haber verir. Hikmet olmadan, nice sırlar gözlerden ve gönüllerden saklı kalır. Kâinat ancak hikmet nazarıyla temâşâ edilebilirse, gerçek güzelliğini ve hakîkatini gözler önüne serer.

İNSAN, İLAHİ SANATIN SERGİLENDİĞİ BİR VİTRİNDİR

Bütün varlıklarıyla kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın sıfat tecellîleriyle meydana geldiğinden, sonsuz bir sırlar hazinesidir. Bu sırlar, kalbî arınma ve olgunlaşma nisbetinde idrakte tecellî eder. Bedenin gelişmesi ve hayâtiyetini devam ettirmesi için nasıl maddî gıdaya ihtiyacı varsa, ruh da mânevî gıdaya muhtaçtır. Çünkü ilâhî sırlar, bu gıdalanmanın derecesine göre kalplerde zuhûr eder. Hikmetle yoğrulan kalpler, zerreden küreye her zaman ve mekânda ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini görerek mârifetullâh’a; ilâhî nîmet ve lutufları görerek de muhabbetullâh’a doğru yol alır.

Meselâ kokusuyla gönülleri, görünüşüyle gözleri mest eden bir güle baktığında onun ne kokusunda ne de görüntüsünde takılı kalır. Onun ötesine geçerek bu güzelliği kara toprağın bağrında yoktan var eden Yüce Kudret’i düşünür. Bir dağın içerisinden çağlayan ve her geçtiği yere bolluk ve bereket dağıtan suları gördüğünde Yüce Yaratıcı’nın azameti karşısında hiçliğini idrâk eder.

Varlıklar içinde insan da, ilâhî sanatın sergilendiği bir vitrindir. İnsan bir damla sudan Cenâb-ı Hakk’ın nasıl müstesnâ bir varlık yarattığını lâyıkıyla tefekkür edebilirse, Rabb’ine karşı duyduğu kulluk hisleri inkişâf eder.

Yine insan vücûdunda sergilenen muhteşem ilâhî kudret tecellîlerini ibretle seyredebilen bir doktor, ilm-i ilâhînin sonsuzluğu karşısında duyacağı hayranlıkla, hastasına Yaratıcı’sından ötürü tevâzu, şefkat, muhabbet ve hürmetle nazar edebilme fazîletine erer.

6. İNSAN

İnsan, ucu bucağı bilinmeyen varlık âlemi içinde, eşsiz bir konuma sahiptir. Ruhuyla, cesediyle Allah’ın en antika bir san’at eseridir. Kur’ân-ı Kerim, insanın bu özellikteki yaratılışını “Ahsen-i takvim” (Tin, 95/4.) ile ifade eder.

En güzel konumda yaratılan insan, arzın halifesidir. (Bakara, 2/30) Yani, içinde yaşadığımız şu dünya sarayının halifesi, sultanı insandır. Bir devlet başkanı nereye gitse, basın mensupları onun peşindedirler. Ağzından çıkan her şeyi kaydederler. Onun gibi, yeryüzünde halife olarak gönderilen her insan, bu yüce rütbesinden dolayı “Kirâmen kâtibin”( İnfitar, 82/11) denilen meleklerce yakın takip altındadır. Bu melekler, o insanın her sözünü ve amelini kaydederler.( Kaf, 50/18)

İnsan, emanet-i kübranın hâmilidir.( Ahzab, 33/72) Gökler, yer ve dağlar, o büyüklükleriyle beraber, Allah’ın emanetini taşıyabilecek kabiliyetten uzaktırlar. Onlar, ancak insan için birer tefekkür sayfası olabilirler. Şu hadis-i kudsi’de de, bu mânâyı te’yid eder:

“Ne gökler ne de yer beni içine alamadı. Fakat mü’min kulumun kalbine yerleştim.”( Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/195)

Ne dağlar, ne sahralar güneşi kemaliyle gösterir. Fakat küçük bir ayna, net bir şekilde güneşi yansıtır. Mekândan münezzeh olan Allah’ın mü’min kulunun kalbine yerleşmesini bu misalle daha iyi anlayabiliriz. Demek ki, mü’minin kalbi Allah’ı bilebilecek hassas ve şeffaf bir aynadır. Kalb için “Nazargâh-ı İlahi”( “Allah, cesedlerinize, suretlerinize bakmaz. Lakin kalblerinize nazar eder.” hadisinden çıkarılan bir ifadedir. Müslim, Birr, 32. İbn-i Mace, Zühd, 9) denilmesi de bu noktadandır.

Cismen küçük olan insan, mânen bir âlemdir. Bu hakikat şöyle ifade edilir:

“İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır.”(Lem’alar, s. 79)

Âlemde ne varsa nümuneleri insanda vardır. Ruhu ruhlar âleminden, hafızası levh-i mahfuzdan, hayali âlem-i misalden haber verir. Elementleri kâinattaki elementlerdendir. Vücudundaki tüyler yeryüzündeki ağaçlardan; kemikler yeryüzündeki taş ve kayalardan; bedeninde cereyan eden kan; ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı sular yeryüzündeki nehirlerden ve çeşmelerden, madeni sulardan izler taşır.( a.g.e., s.337)

İnsan, mahlukatın en şereflisidir.

“Biz Âdemoğullarını mükerrem kıldık”( İsra, 17/70)

âyeti bunu ilân eder. Âyetin devamında, bu mükerremiyete nümune olmak üzere, insana verilen nimetlerden ikisine dikkat çekilir:

1. İnsanın karada ve denizde taşınması,
2. En güzel (tayyib) rızıklarla rızıklandırılması.

Evet, at ve deve gibi hayvanlar, insandan daha büyük olduğu halde, insana itaat etmektedirler. O büyük deve, küçük bir çocuğun bile önünde diz büküp, onu sırtına almaktadır. Ayrıca, insanlığa bir nimet olarak sunulan otomobil, tren gibi vasıtalar; kayık, gemi gibi deniz araçları âyetin işaret ettiği nimetlerdendir.

İnsanın “tayyib” yiyeceklerle rızıklandırılması hususu da, gerçekten çok düşündürücü bir olaydır. Yeşil ot veya sarı samanla gıdalanıp süt veren hayvanlar, insana süt gibi latif bir gıdayı takdim ediyorlar. Hattâ, canlarını sunmaktan kaçınmıyorlar. Gagasıyla yerden her türlü tanecikleri kursağına indiren tavuk, yumurta gibi lezzetli bir hediyeyi insana getiriyor. Balarısı, çiçekten çiçeğe dolaşıp, şifalı bir balı insana yediriyor...

İşte, bütün bu gibi durumlar, insanın ne kadar nazik ve nazenin bir varlık olduğunu gösterir. İnsanların Rabbi olan Allah, onlara çok iyi bakıyor, ikram ediyor. Halbuki insan, kendi zatında çok fakir bir varlık.

“Ey insanlar! Siz Allah’a karşı fakir kimselersiniz.”( Fatır, 35/15)

âyeti insanın bu yönüne dikkat çeker. Evet, isterse dünyanın en zengin kişisi olsun, herkes Allah’a muhtaçtır. Onun yaratmasına, Onun rızıklandırmasına, Onun ebediyet yurduna muhtaçtır.

Böyle fakir bir varlığın muhatab-ı İlahi olması ne büyük bir lütuftur. Bazı büyük makam sahipleri, alt derecedeki insanları muhatap almaktan kaçınırken, bütün âlemlerin Rabbi, insanı kendine “özel muhatap” seçmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de, “Ey insan! Ey Âdemoğulları! Ey iman edenler!” şeklindeki seslenişler insana yapılmıştır.

İşte Kur’ân’ın âyetleri ışığında bakıldığında insanın mahiyeti bu tarzda iken, Kur’ân’ın nuruyla insana bakmayanlar, bu mahiyeti görememişlerdir. Kimi onu bir madde yığını sanmış, kimi maymunun bir üstünde yer alan bir hayvan kabul etmiş, kimi onu “ekonomik bir canlı” şeklinde değerlendirmiş...

7. AMEL

İş, vazife, hareket, idare, daire, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibadet, hayırlı iş. Daha ziyade canlıların bir maksatla yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, 348). Çoğulu "a'mâl" gelir. Gramerde amel, âmilliği, yani bir kelimenin diğer bir kelime üzerindeki tesirini ifade eder.

Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi') amel olmak üzere ikiye ayrılır. insan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır. Ayetlerde; "Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur" (el-Mülk, 67/2), "şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/155), "Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi denemek için hayır ve serle imtihan ederiz. Siz ancak bize döndürüleceksiniz. " (el-Enbiya, 21/35) buyurulur.

İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve ahirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır. Bu konuda iman ön şarttır. İman da; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allâh'tan olduğuna inanmayı kapsamına alır.

Ayetlerde şöyle buyurulur: "Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî manevi büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır" (el-Asr, 103/1-3), "İnkâr edip, imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur" (Âli İmrân, 3/91).

Sâlih (iyi) amelin özü, Allah'u Tealâ'nın emirlerini üstün tanımak, Allah'ın hükümlerini yeryüzünde uygulamak, onun din ve şeriatını korumak, yarattıklarına şefkat beslemek ve yardım etmektir. Salih ameller ikiye ayrılır. Birincisi; bedenî ibadetler gibi, yükümlünün önce ve bizzat kendisine yarar sağlayan ve kendisinin iyileşmesine yarayan amellerdir. Namaz, cihat, küfürle mücadele, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret sarfetmek ve bunun gerçekleşmesi için Allah'a dua istiğfarda bulunmak, oruç tutmak bunlar arasında sayılabilir. ikincisi; zekât ve sadaka gibi başkalarına yararı olan amellerdir. (M. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6079, 6080).

Allah'ın yasakladığı işler de kötü amel sayılır. Allâh'u Teâlâ insana irade-i cüz'iyye vererek, iyi ile kötü, hayır ile şer arasında ona belli ölçüde serbestlik tanımıştır. insan kendi isteği ile tercihini yapar. Bu yüzden de yaptığı işlerden sorumlu olur. Dünyadaki amellerinin sonucuna göre de ahirette karşılık görür.

Kur'an-ı Kerîm'de iyi ve kötü amellerden ve bunların sevindirici veya üzücü sonuçlarından söz eden pek çok ayetler vardır:

"Onlar, Allah'ın yanında bir başkasını ilâh edinip, ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışında, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür kıyamet günü azâbı kat kat olur. O korkunç azâbın içinde hor ve hakir bir halde ebediyen kalır. Ancak tevbe eden, imanında samimi kalıp salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah gafûrdur, rahimdir. (Çok affeden ve çok merhamet edendir)" (el-Furkan, 25/68-70). "Kim tevbe edip, salih amel işlerse, şüphesiz o, Allah'a hakkiyle yönelmiş olur" (el-Furkan, 25/71).

Yukarıdaki ayetlerde zikredilen adam öldürme ve zina gibi en ağır kötü amellerden sonra, tövbe edenlerin azaptan istisna edilmesi, katilin ve zaninin de tövbesinin geçerli olduğunu gösterir .

"Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası; içinde devamlı kalmak üzere Cehennem'dir" (en-Nisa, 4/93). Bu ayet, katilin affedilmeyeceği anlamında değildir. Ayet Medine'de nazil olmuş olsa bile mutlak*tır. Manası, katilin tövbe etmeden önce vefat etmesine hamledilmiştir.

Hz. Peygamber'e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: "Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir" (Ahmed b. Hanbel, III, 466, IV, 141; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 60, 61).

Amellerin değeri imandan sonra niyete*de bağlıdır. Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı âmeller kişiye fayda sağlamaz. Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine'ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine'de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam'ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler. İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine'ye gelmişti. işte Hz. Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükafatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine "Ameller ancak niyetlere göredir" (Buhârî, Bedü'l- Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155) buyurdu.

"Biriniz müslümanlığı iyi yaşadığı zaman, kendisine işlediği her iyi amel on katından yediyüz kata kadar katlanmış olarak yazılır. Yaptığı her kötülük de misliyle (ceza) olmak üzere yazılır" (Buhârî, İman, 31; Müslim, İman, 205.)

"Birr (iyilik, sıla) ahlâk güzelliğidir. İsm (günah ve günaha sebep olan şeyler) ise, kalbini gıcıklayan ve insanların bilmesini hoş görmediğin şeylerdir" (Müslim, Birr ve Sıla, 14; Tirmizî, Zühd, 52; Dârimî, Rikâk, 23).

"Gerçek müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların selâmette kaldığı kimsedir" (Buhârî, İman, 4-5; Müslim, İman, 64).

"Nerede ve hangi hâlde olursan ol Allah'tan kork. Kötülük işlemişsen hemen bir iyilik yap ki, o iyilik kötülüğün günahını silsin. insanlara güzel muamelede bulun" (Tirmizî, Birr ve Sıla, 55; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 5; Dârimî, Rikâk, 47).

Başkalarını iyi ve güzel ameller işlemeye davet etmek, Allah ve Resulünün övdüğü bir davranıştır.

Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Hayrın işlenmesine vesile olan kimseye o hayrı işleyenin ecri kadar ecir vardır" (Müslim, İmâret, 133; Ebû Dâvud, Edeb, 115; Tirmizî, İlim, 14).

"Doğru bir yola çağıran kimse, ona tabi olanların ecirleri kadar kendisi de ecir alır. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Kötü bir yola davet eden kimse de, ona tabi olanların günahlarından hiç bir şey eksiltmez" (Müslim, İlim, 16, Zikir, 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 6; Tirmizî, ilim, 15).

"İslâm'da güzel bir çığır açan kimse hem o çığırın, hem de o çığırla amel edenlerin ecrini kazanır." (Müslim, Zekât, 70; Ebû Dâvud, Sünnet, 6).

Sonuç olarak yukarıda verilen ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, amel yalnız ibadetlerden ibaret olmayıp, günlük hayatta bir müslümanın diğerine veya topluma karşı yaptığı güzel iş, yardım ve muameleler de bu niteliktedir.(Hamdi DÖNDÜREN)

8. ADL

ADL, kelimesi ismi fail anlamında bir mastardır. Sonuç itibariyle o da ÂDİL anlamında algılanmaktadır. Bununla beraber bir mastar olarak kullanılması önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. O da şudur: ADL ismi, Allah’ın adaletinin  her sahada çok açık ve bütün kâinat çapında şaşmaz bir ölçü olduğuna işaret eden, bu geniş kapsamıyla sanki Allah’ın bütün sıfatlarının yalnız adaletten ibaret olduğunu veya bizzat adaletin kendisi olduğunu göstermeyi hedefleyen bir ism-i celildir.

ÂDİL kelimesi ise, bir ismi fail olup adalet eden, adaletle davranan, adaletle hükmeden ve bütün icraatlarında adaleti gözeten anlamındadır.

- HAKEM, HÂKİM ve HAKÎM isimleri arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz:

HAKEM: Ahirette ihtilaflı konuların gerçek mahiyetini gösteren, gerek ontolojik, gerek sosyolojik olarak ortaya çıkan anlaşmazlıkları tekvinî ve teşriî vahiyle çözen, tarafları şaşmaz adaletine boyun eğdiren bir ism-i şeriftir. Güneşin aya saldırmaması, onun yörüngesini işgal etmeye kalkışmaması, inanan insanların zulüm ve haksızlıktan kaçınmaları, bu hakemliğin bir sonucudur.

HÂKİM ismi ise: Allah’ın bütün kâinattaki hükümranlığını vurgulayan, her şeyin üzerinde nüfuzu olan gerçek sultanlığını nazara veren, ahiret mahkeme-i kübrasının yegâne hâkimi olduğunu gösteren bir ism-i celildir.

HAKÎM ismi ise, Allah’ın kâinat çapında görülen icraatlarının hepsinde hikmet parıltıları, gerek evren çapında, gerek insanlık camiasında ortaya koyduğu bütün kararlarında hikmet pırıltıları olduğunu gösteren bir ism-i celildir. Her yerde bu hikmeti müşahede edenler “Kahrın da hoş, lütfün da hoş.” demekten kendilerini alamamışlardır.

9. AHLAK

Dinimizde ahlâk, iman ve ibadeti kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ahlâk, Kurân-ı Kerim'de ve hadislerde birçok yerde işlenmiş, güzel ahlâk övülmüş, ahlâksızlığın her çeşidinden insanlar sakındırılmıştır. Hz. Aişe'nin Hz. Peygamberimiz'in (s.a.s.) ahlâkını soranlara:

"Resûl-u Ekrem'in ahlâkı Kur'ân'dan ibarettir." (Müslim, "Salâtü'l- Müsafirin", 139)

diye cevap vermesi, ahlâkın kapsamına bir işaret olabilir. Nitekim Allah (c.c) Kur'ân'ında Peygamber Efendimiz'i (s.a.s.),

"Ve Sen bir yüce ahlâk üzere ahlâk abidesisin." (Kalem, 68/4)

diye övmektedir.

İslâm, ahlâka büyük önem verir ve onu "dinin zarfı" sayar. Hz. Peygamber,

"Ben, mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim." (Muvatta, "Hüsnü'l-Huluk", 8)

sözü ile İslâm'da ahlâka verilen önemi göstermiştir.

Dinin hemen her sahada ahlâki buyrukları vardır; bir başka ifadeyle, bütün insanlar için geçerli sayabileceğimiz ahlâk kaidelerinin hepsini dinde bulmak mümkündür. Esasen din, bir açıdan, kaynağını Allah'tan alan bir ahlâk sisteminden ibarettir. (Güngör 1995, 17)

İnsandaki ahlâkî faziletlerin en büyük desteği dindir. Vazifeye bağlılık, doğruluk, adalet, şefkat ve hürmet, yardımlaşma gibi ahlâkî kaideler, ancak Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanç ile desteklenirse devamlı olur. Kul hakkını çiğnediği zaman Âhiret'te cezasını çekeceğine inanan bir insan, başkalarının hakkını yemekten çekinecek, içtimaî kurallara riayet edecek ve haksızlık yapmaktan korkacaktır. Kaynaktaki kutsiyet fikri kabul edilmedikçe ahlâkî prensiplerin kuvveti azalır. Bu sebeple, ahlâkın en sağlam temeli dindir ve din olmalıdır. (Pazarlı 1987, 39)

Kanunlar, ferdi, yabancı gözlerden uzak kendi başına bulunduğu yerlerde kontrol etme imkânına sahip değildir. Kanunlar insanları disipline etme, yetiştirme ve sosyal hayatın ahengini teminde yeterli olmadığı için kişilerin manevî bir otorite altına alınması şarttır. Bu otorite de ancak din olabilir. Din, hareketlerimizi devamlı surette gözetleyen bir murakıbı kalbimize yerleştirmiştir. Kanun adamlarının ve diğer insanların kontrolünden uzak yerlerde ahlâka uymayan bir davranışa yelteneceğimizde, Allah'ın bizi gördüğünü ve bu hareketimizi cezasız bırakmayacağını söyleyen din, bu davranışlara karşı elimizi kolumuzu bağlar. (Kandemir 1986, 34, 49)

Suç ve Din

Suç işlemenin ve suçlardaki artışın sebepleri şüphesiz çeşitli olduğu gibi, her suçlu insan da şüphesiz aynı karakterde değildir. Dolayısıyla ilk plânda, suç işleyen kişileri bütün özellikleriyle tanımak gerekir. Onların bilinmesi gereken özelliklerinden biri de dinî inanç ve davranışlarıdır. Çünkü dinî inanç veya iman, insanın sosyal davranışı üzerinde tayin edici bir role sahiptir. "Din, hem bireyi hem de toplumları etkileyen sosyo-kültürel bir kurum", insanın günlük hayatındaki davranışlarına yön veren bir faktördür. (Peker 1990, 95) Belirli dinî inançlar ve tutumlar, ferdin diğer kimselerle olan ilişkilerini, ahlâkî davranış ve hükümlerini bir dereceye kadar şekillendirirler. Çünkü din, insanın düşünce, duygu, irade, vicdan ve davranış gibi bütün kabiliyet ve eğilimlerine hitap etmektedir. İşte bu sebepledir ki, dine bağlılık derecesi ile suçluluk arasındaki ilişki üzerinde durulmuş ve bu konuda araştırmalar yapılmıştır. Normalde, din, suç işlemeyi aynı zamanda günah telakki ettiği için, Allah'a ve öldükten sonra ceza veya mükâfat göreceğine inanan, ibadetlerini yapan bir insanın suç işlememesi gerekir.

İslâm dini, iman edenlere iyilik yapmalarını ve kötülükten de men etmelerini emreder. Bunu şu âyette apaçık görüyoruz:

"Onlar, Allah'ı ve Âhiret'i tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendir." (Âl-i İmran, 3/114)

Allah Teâlâ (c.c.), küfrün ve kötülüğün müminlerin kalplerinde sevimsiz karşılandığını da beyan buyurur:

"Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fâsıklıktan ve isyandan ise sizi iğrendirdi." (Hucurât, 48/8)

İnancın gerektirdiği vecibeler ve hayırlı işler, bir baskı altında değil, severek yapılması gerekir. Çünkü böylece Allah'ın rızası kazanılıp, yapılan işin mükâfatı fazlasıyla alınacaktır. İnançlı kimseler sosyal hayatta ne kadar güçlüklerle karşılaşsalar da, dinî inançları onları suç işlemekten genellikle alıkoyar.

Din, toplumda görülen ahlâksızlık ve suçu denetleyip engelleyecek en önemli faktörler arasında başta gelir. Suçun, sadece suç değil, ayrıca günah olarak telkin edilmesi, onun işlenmesi karşısında en azından iki kat bir caydırıcı sebep olacaktır. Gençler, kendileri üzerinde yapılan araştırmalarda, dinin ruhlarına huzuru verdiğini, güvenlik duygusu sağladığını, dini dayanılacak tek realite olarak gördüklerini, dinlerini kaybettiklerinde her şeylerini kaybedeceklerini söylemişlerdir. (Hökelekli 1993, 115) Suçluluk duygusu, insanlarda sıkıntıya yol açar. Sıkıntı ise, insanı kendi kaynağına yeniden yönelmeye sevk eder. Dolayısıyla sıkıntıdan kurtulma, insanların dinî inançlarına daha sıkı bağlanmalarıyla doğru orantılıdır. (a.g.e. 114-115)

Bir toplumda dinî inanış zayıflayınca, bunun arkasından ahlâkî ve hukukî suçlar gelir. Çünkü, din olmayınca ahlâkın da bir yaptırım gücü kalmaz. Helâl-haram, Âhiret'te ceza-mükâfat inancı kalkınca toplumun düzeni sarsılır, suç ve anarşi ortaya çıkar ve böylece çeşitli sıkıntılar başlar. Halbuki, her yerde kendini kontrol eden bir Hâkim Varlığa inanan insan buna göre davranıp iyiyi tercih eder, kötüden uzaklaşır. Dinin etkisini yitirdiği toplumlarda sosyal çözülmeler başgösterir. Bugün buna en çarpıcı misalleri bilhassa batılı toplumlarda görmek mümkündür. Ailenin çökmesi, ebeveyn-evlât ilişkilerinin çözülmesi, cinsî sapmaların normal hâle gelmesi ve bunların doğurduğu ferdî ve içtimaî krizler, hattâ maddî hastalıklar, suç işleme oranlarındaki anormal artış, olabildiğince azmanlaşan ferdiyetçilik ve bencillik, toplumda yardımlaşma ve dayanışma duygularının yitirilmesi, meselenin önemini görmeye ve göstermeye yetmektedir.

Sözünü ettiğimiz menfiliklere, günümüzün modern toplumlarında bir de şehirleşmenin aynı sebeplerle yol açtığı olumsuzluklar eklenmektedir. Batılı sosyologlar şehirleşme ile suç arasında doğrudan ilişki kurmaktadırlar. Köylere ve küçük şehirlere nazaran büyük şehirlerde çok daha fazla suç işlenmekte; ancak şehirlerde suç işleyenlerin büyük çoğunluğu buralarda doğmayan, sonradan oraya göç eden göçmenlerden oluşmaktadır. Şehirleşme ile suçluluk arasındaki ilişki, şehirleşmenin sebebiyet verdiği sosyal çözülme, sosyal ilişkilerin erimesine bağlanmaktadır. (Bilgin 1997, 137) Dinî unsurların ağır bastığı bir toplumda ise, güçlü kontrol mekanizmaları şiddet ve suç nitelikli eylemlerin büyük ölçüde önüne geçer. Her şeyden önce din, aileye ve aile fertlerinin birbirlerine karşı sorumluluklarına büyük önem verir. (a.y.)

Din, tesir sahibi olduğu toplumda aynı zamanda güçlü bir sosyal kontrol mekanizmasıdır. Bu mekanizma sayesinde sosyal değerlerin korunması ve devam ettirilmesi sağlanır. İslâm Dini'nin bu konudaki prensiplerinden birisi de suça giden yolları kapamasıdır. İslâm, ahlâkî değerlere, dünyadan kopuk mücerret değerler olarak bakmaz. O, bir taraftan ferdin gelişimine ve sosyal kontrolün mekanizma olarak fonksiyon görür hâle getirilmesine çalışırken, bir taraftan da, içtimaî ve iktisadî prensipleriyle suça sebep olacak haricî unsurları da ortadan kaldırmaya, en azından asgarîye indirmeye yönelir.

Suç, bir anda meydana gelmez. O, psikolojik, sosyo-kültürel ve ekonomik faktörlerle çevrili "cazibe alanı" diyebileceğimiz geniş bir dairenin odak noktasında yer alır. Bu dairenin içerisine giren herkes suç işleyecek değildir, fakat potansiyel olarak buna hazır demektir. İslâm Dini, kişinin bu daireye girmesine mani olma gayretindedir. Bu daireyi bir bataklığa benzetmek de mümkündür. Hastalığın ortadan kalkması için bataklığın kurutulması gerekir. Seküler toplumlarda ise sosyal problemlere çözüm getirilemeyişi, bu prensibin gözardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Meselâ, medyadaki şiddet muhtevalı yayınların insanları şiddet ve suça teşvik ettiği bilinmesine rağmen, hiç bir sınırlama getirilmemektedir. Benzer şekilde, fuhuş bir suç olarak kabul edilmesine, bunun da ötesinde her sene cinsel muhtevalı suçlarda artış görülmesine rağmen, gündelik hayatta cinsel uyarıma sebep olan öğeler serbest bırakılmakta, hattâ bunların çeşitli sapmalara yol açmasına göz yumulmakta ve bu konuda hiçbir denetim mekanizması işletilmemektedir. Din ise, özellikle ahlâkî yapı üzerinde derin yaralar açan bu duruma karşı çıkar. Kaldı ki, cinsel uyarıma sebep olan unsurların serbest dolaşımı, sadece cinsî muhtevalı suçları değil, şiddet muhtevalı diğer suçların da artmasına sebep olmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın liseli gençler üzerinde yaptırdığı geniş çaplı araştırmada, erotik film izleyen gençlerin, macera-savaş filmleri izleyenlere göre daha yüksek seviyede şiddete eğilimli oldukları ortaya çıkmıştır. (a.g.e., 138-139)

Dindar ve dindar olmayan insanlar arasındaki ahlâk, ahlâkî yargı ve benzeri konulardaki farklılıkları belirlemek maksadı ile dinin, dini olmayan davranışlar üzerindeki etkilerini tespit etmeye yönelik birçok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmaların sonuçlarına göre dindar olan insanlar, dindar olmayanlara oranla daha iyi bir davranış biçimi sergilemektedir. Meselâ dindarlar, yabancılara karşı daha yardım sever, hayır kurumlarına karşı daha cömert olup, kibarlık ve dürüstlükleriyle de ön plâna çıkmaktadırlar. (Argyle, 5-6)

Din ve Ruh Sağlığı; Din ve Depresyon

Dindarlık, depresyonu en azından şu üç yol veya şekilde etkileyebilir. Birincisi, "toplumsal bağlılık" hipotezine göre din, dinî çevreden gelen toplumsal destek sağlar. Böyle bir destek hem duygusal, hem entelektüel, hem de depresyon riskini azaltan diğer bazı özellikleri ferde kazandırır. İkincisi"tutarlılık hipotezi"ne göre din, ümit ve iyimserlik duygusu aşılayarak depresyonu azaltır. Üçüncüsü, "hikmet" hipotezidir ki, buna göre din, elem ve ıstırapları negatif olarak algılama potansiyelini olumlu yönde değiştirir. (Stack, 8) Yani insanlara, her hâdisede İlâhî bir hikmet, kaderî bir sebep bulunduğu inancını yerleştirir ve hâdiselere daha sağduyulu ve iyimser bir bakış açısı ile bakmasını sağlar. Aslında bu üç hipotez birbirinden tamamıyla ayrı şeyler değildir, üçü de bir anda meydana gelebilirler.

Sıkıntı ve Dinî Güvenlik Hissi

İnsan, gerek "tabiî", gerekse içtimaî hayatlar girdabında bir dayanak, bir destek arar. Modern anlayış, insanın bilimle tabiatı yeneceği ve "tabiat olayları"nın yol açtığı korkudan kurtulacağını varsaymış, fakat bu anlayış, insana müsbet hiçbir şey kazandırmamış, tam tersine insan, kendisini manâsız bir hayat, sürekli ölüm korkusu ve acımasız bir çevrenin içinde daha yalnız, daha kimsesiz ve güçsüz hissetmiştir. Buna karşılık din, insana her türlü hâdise karşısında, bütün varlıkların Sahibi merhametli ve gücü her şeye yeten bir Varlığa dayanma, O'na yönelmekle kendini güçlü hissetme, bütün kâinatı kendisi için bir kardeş, bir dost çevresi görme, ölümü hayattan öte, daha üst bir hayat mertebesine yükselme, vazifeden paydos veya terhis olarak karşılama duygusu ve inancı kazandırır. İnsan, iman ile, Allah'a bağlanma ve bütün eşya ve hâdiselere bu bağlılığın penceresinden bakmakla tam bir huzur bulur, sonsuz bir hayatın basamağı olarak gördüğü dünya hayatını da sever ve bu hayatı aslî gaye hâline getirmenin yol açtığı yıpratıcı hırs, kıskançlık, tatmin edildiği sanıldıkça daha da susuzluk ve açlık veren nefsanî arzular kapanından kurtulur.

İman ve Psikolojik Rahatsızlıklar

Psikolojik rahatsızlıkların sebepleri olarak şu faktörler öne çıkmaktadır:

1. Ruhun ve ihtiyaçlarının ihmali;
2. İnancın kaybedilmesi veya sarsılması;
3. Hayat problemlerine karşı çaresiz kalmak veya acizlik duymak;
4. Kişinin hayatında tenakuzlara düşmesi;
5. Çeşitli cinayetleri işlediğinden dolayı vicdan azabı içine girmesi;
6. İnsanın huzur ve emniyet hâlet-i ruhiyesini kaybedip, korkunç ve karamsar bir hâlet-i ruhiye içinde yaşaması;
7. Bazı tenasül (üreme) hastalıklarının doğurduğu çeşitli rahatsızlıklar. (Yalçın 1997, 33)

Amerikalı psikiyatr Henri Link, psikolojik hastalıkların ana sebebinin imansızlık olduğunu tespit etmiş, kendisi imana dönmüş ve hastalarını da iman etmeye çağırmıştır. Henri Link "Dine Dönüş" adlı eserinde bu konuda:

"Nasıl ki ilk defa ilim beni dinden uzaklaştırdı ise, sonra da yine ilim beni tekrar dine yöneltti."

diyerek, dinin hastalarına şifa verdiğini, hastalarını mabetlere ve dinî müesseselere gitmeye teşvik ettiğini anlatmaktadır. Link, dinin psikolojik bakımdan insana getireceği faydaları izah ederken de, şunları söyler:

"Dolayısıyla şunu ifade etmek isterim ki; önemli olan, benim toplumdan bir fert olarak dine dönüşüm değildir. Asıl önemli husus, psikoloji ilminin böyle bir dönüşün sebeplerini keşfetmiş olmasıdır. Çeşitli ilimler, insan topluluğuna bir çok değerler kazandırmış olabilir. Ancak; fert ve topluma iç huzuru getiren, hastaya iyileşme ümidi verip onu rahatlatan, ailelerin gönlüne sağanak sağanak mutluluk ışıkları yağdıran yegâne unsur imandır." (a.g.e., 33-34)

Bir Alman filozofu olan Leibniz de, "Ruhî sıkıntıyı veya tedirginliği gidermek için, insan akıl yoluyla Allah'a inanmalı. Çünkü bu sıkıntı, öncelikle şüpheden doğar, şüphe de kalbin parçalanmasına sebep olur." demektedir. (a.y.)

Alexis Carrel de, aynı konuda şunları kaydeder:

"Bugün eğer biz vahim bir buhran içinde isek, bunun tek ve en önemli sebebi, modern toplumun maddî değerlere fazla düşkün olması ve temel manevî problemleri ihmal etmesidir. Maddî hayata düşkünlük insanlığa bir saadet getirmek şöyle dursun, harap olmasını bile önleyememiştir. Çünkü gerçek imanın kaybolması, insanı korkunç bir manevî uçuruma sürüklemiştir." (a.g.e., 34)

Bir insanın Allah'a sağlam bir inancı olursa, çeşitli inançların ve ideolojilerin kalbinde çatışmasına imkân kalmaz. Böylelikle insan, o çatışmadan doğan yıpratıcı tedirginlikten kurtulmuş olur. Psikoloji bilginlerinin kişiyi korumak istedikleri husus da bu yıpranmalardır. İnançsız veya inancı sarsılmış kişilerde bilhassa ideolojilerin çatışması şiddetli olduğundan, böyleleri ruhî bunalıma sürüklenirler. Çeşitli ruhî hastalıklar da bunun neticesi olarak o kişilerde zuhur edebilir. Bu sebeple bazı eğitimciler, kişileri ileride böyle kötü sonuçlardan kurtarmak için onlara güçlü bir inanca sahip olmanın lüzumlu olduğunu anlatırlar. Yine, imanlı kişilerin hayatlarında ruhî boyut kaybolmadığı, hattâ asıl unsur olduğu için, bu hayattan mahrum olma neticesi olarak doğan "ruhî hastalıklar"a maruz kalmazlar. (a.g.e., 35)

Burada imanın hayatî değerlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1. İnsanın mahiyetine belli gayeler için konulan arzu ve istekleri, Allah'ın istediği yöne kanalize ederek insanı çelişkilerden ve çatışmalardan kurtarır.
2. Allah katında yükselmek için insana gayret ve canlılık verir, böylelikle hayatta mücadeleden tat alır.
3. İnsana Allah katında bir sorumluluk hissi vererek doğru yolda gitmesini ve sapıklıktan uzaklaşmasını sağlar.
4. İnsanı kötü yoldan, cinayetlerden, yolsuzluktan uzaklaştırır.
5. İnsanın ihlaslı olmasını ve riyakârlıktan uzaklaşmasını sağlar.
6. İnsanı her şey elinde olan Allah'a sığınmaya yönlendirerek, ona zorluklara direnme gücü kazandırır.
7. İnsanı "ruhî hastalıklar"dan korur.
8. İnsanı ebedi cehennemden kurtarır.
9. İnsana, varlığın manâsını ve hikmetini öğretir.
10. İnsanı ebedî yok olma düşüncesinden kurtarır. (a.g.e., 36)

Kısaca, Bediüzzaman'ın değerlendirmesiyle, iman kalbde bir cennet çekirdeği, imansızlık da manevî bir cehennem çekirdeğidir. Her türlü faziletin olduğu gibi, cesaretin kaynağı da imandır. İmanlı bir insan, kâinata meydan okuyabilir ve her türlü lüzumsuz korkulardan kurtulur.

Dinin Bütünleştirici Fonksiyonu

Dindar fert, günlük hayattaki bunalımlara karşı daha dayanıklıdır. Dindarın, zorluklar karşısında sığınacağı manevî bir sığınağı vardır. İrade olarak daha güçlüdür. Dindar insan, hayatın imtihanlarla dolu olduğunu ve sabretmesi gerektiğini düşünür. Din aynı zamanda, hızla değişen toplumda istikrarı sembolize eder. Bu yüzden değişen toplum içerisinde dindarlar, değişimin psikolojik etkilerini daha az hissederler. Bu önemlidir; çünkü Durkheim, intiharların çoğalmasının asıl sebebini toplumun yapısında meydana gelen değişiklik olarak görür. Durkheim'e göre bu değişiklik toplum için yararlı ya da zararlı olsun, bunun hiç önemi yoktur. Toplumun yapısında meydana gelen değişiklik ferdin hayat şartlarını, manevî değerlerini alt üst eder. İşte intiharın asıl sebebi bu kargaşa hâlidir. (Bilgin, 140-141)

1 Ekim 1967'de İstanbul'da toplanan Ruh Sağlığı Hekimleri Kongresi'nde okunan rapora göre, memleketimizde azımsanmayacak sayıda insanın ruh ve sinir hastalığından mustarip olduğu kaydedilmiştir. Aynı durum Amerika'da da vardır. Dr. Link, ziyaret ettiği birçok hastanelerde hastaların % 47'sinin sinir bozukluğundan mustarip olduklarını tespit ettiğini yazar. Amerikalı doktor, birçok araştırmalar sonunda, gittikçe yayılan bu ferdi ve sosyal bozukluklar için tek kurtuluş yolunun, "dine dönüş" olduğunu ifade etmektedir. Ve esasen kitabını da bu fikrini ispat için yazmıştır. (Pazarlı, 37)

Henri Link, eserinde şöyle demektedir:

"Ben, bir kısım meslektaşlarım gibi başlangıçta din ve din meseleleriyle ilgilenmez, günlük işlerimle ve hastalarımla meşgul olurdum. On beş yıl zarfında 4.000 kadar hastayı muayene ve tedavi ettim. Hastalarımın çoğu evde geçimsizlikten, mesleklerinde başarısızlıklarından şikâyet ediyor, etrafındakilerle anlaşamadıklarından, kilisede öğrendikleri dinî telkinler ve kaidelerle ilmi ve teknik ilerlemeler arasında uyuşmazlıktan dert yanıyorlardı. Bu hastalıklar, her yerde ve her sınıf halk arasında rastlanan sinir ve ruh bozukluklarıdır. Fakat ben, bu hastalara yaptığım tavsiyelerin çoğunun dinî mahiyette olduklarına dikkat ettim. Zaten halkın çoğu da ilmî izahlardan ziyade bu dinî ve ahlâkî mahiyetteki tavsiyeleri anlıyor ve tatbik ediyorlardı. İşte benim din meseleleriyle meşgul olmam bu ilmî ve meslekî zaruretlerle başladı."

Doktor, bundan sonra New York Psikoloji Araştırmaları Dairesi'nde birkaç yıl çalışarak 15.226 psikoloji testi tatbik etti. Bu araştırmalar sonunda şu sonuca vardı:

"Bir dine inanan ve mabetlere devam eden kimselerde şahsiyet ve karakter, dine karşı lâkayt olan ve mabede gitmeyenlerden daha sağlam ve daha üstündür." (Link 1949, 22)

Akıl hastalıkları her meslek ve her meşrepteki kimselerde hemen hemen hiç fark gözetmeden tezahür etmesine rağmen, sadece dinî istikamet üzere giden kimseler için bir istisna teşkil eder.

"Ruhî Bunalımlar ve İslâm Ruhiyatı" adlı eserinde Dr. Mehmet Tevfik Özcan da şöyle der:

"Yıllardır Bakırköy Akıl Hastanesi'nde, binlerce müşahedemize ve tıbbî nosyonlara istinaden, beynelmilel nöro-psikiyatri kongresinde 7 Mayıs 1970 tarihinde tebliğ ettim ki: Dinî istikamet üzere giden ve bu istikamette yol alabilen mü'minlerde akıl hastalığı hiç görülmüyor, görülmez de. Akıl hastalığı ve her türlü ruhî teşevvüşata bağlı nörotik şikâyetler, psiko-somatik bir yığın uzvî hastalıklar ve davranış bozuklukları, ancak şahsın dinî istikametten uzaklığı nispetinde meydana çıkmaktadır." (Özcan 1985, 117)

Dinî Zaafın, Akıl Hastalıklarının Husulündeki Rolüne Dair Klinik Tetkik ve Müşahedeler

"XIX. asırda ve XX. asrın başlangıcında tıp ilmi tamamen materyalist idi. XX. asrın sonlarında ise "esprit medical" (tıbb-ı ruhî) yeniden gündeme girmiştir. Şimdi artık din, psikiyatrinin mütalâa mevzuu olmuştur. Çünkü; akıl hastalıklarının menşeinde, manevî şuurun, manevîyatın yitirilmiş olması esas kabul edilmektedir. Bu yitirme de melankoli, hebefreni, şizofreni,.. gibi akıl hastalıklarına kadar pek çok ruhî teşevvüşlerin asıl sebebidir. (a.g.e., 119) Prof. Jung ve talebeleri de "Akıl hastalıklarının tedavisinde, fıtrat-ı diniyenin inkişaf ve tekâmülüne çalışılması gerektiğine dikkat çekmektedirler." Aynı mevzuda H. Sing, 1965 yılında, Hindistan'da yayınlanan "Akliye Dergisi"nde çıkan bir makalesinde: "Dinî ve ahlâkî bir ruhî tedavinin kıymet ve ehemmiyetinin tasdik edilmesini ve böyle bir seviyeye erişilmesini tavsiye ve temenni emektedir." (a.g.e., 119)

Netice itibariyle, gerek akıl hastalıklarından korunmada ve gerek akıl hastalıklarının tedavisinde, Arlette Bouruer'in ifadesiyle, dinî terbiye ve dinî tedavi üzerinde bir çok otoriteler hemfikir bulunmaktadır. (a.g.e., 120)

İntihar ve Din

Dinlerde intihar yasaklanmış ve intihar edenin Âhiret'te devamlı azap göreceği bildirilmiştir. Buna paralel olarak, dinî emirlerin uygulanmasında daha dikkatli davranan ve intihara karşı daha sert tavır alan toplumlarda intihar çok daha az görülmektedir. Söz gelimi, istatistikler, Protestan ülkelerde Katolik ülkelere göre daha yüksek bir intihar oranı bulunduğunu göstermektedir. (Bilgin 1997, 141)

Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.s.), şöyle buyurmuştur:

"Kim ki, kendini bir demir parçası ile öldürürse (intihar ederse) cehennemde o demir parçası elinde olup onu devamlı olarak karnına saplayıp duracaktır. Kim ki, zehir içerek intihar ederse o kimse, cehennemde devamlı zehir içecektir. Kim ki, kendini yüksek bir yerden atıp intihar ederse, cehennemde hep yükseklerden aşağılara atılacaktır." (Buhari, "Tıbb", 56; Müslim, "İman", 175)

Gelişmiş devletlerdeki intihar oranlarına bakıldığı zaman, bu oranın çok yüksek olduğu görülecektir. Meselâ, ABD'de son yıllarda gençler arasındaki intihar oranı üç katına çıkmıştır. İntihar, bu ülke gençleri arasında, kaza ve cinayet olaylarından sonra, ölüm sebebi olarak üçüncü sırada yer almaktadır ve ikinci sırayı alma yolundadır. Diğer gelişmiş ülkelerin durumu ABD'den farklı değildir. Avusturya, Danimarka, Hollanda, Almanya, Hong-kong, Macaristan, Japonya gibi ülkelerdeki gençlerin de intiharı problemlerinin çözümü gibi seçmiş olmaları, bütün bu ülkeleri uğraştıran korkunç bir gerçektir. (Mc Cullough 1987, 107)

Niçin insanlar sahip oldukları en değerli şey olan hayatlarına kıyıp intihar ederler? İnsanları buna iten sebepler nelerdir? Kendi canlarına kıymanın acaba neyi çözeceğini düşünüyorlar? Bunun gibi bir sürü sorular sorulabilir. Bunlara cevap olarak şunlar söylenebilir: Çok para, bol alkol, çok mülk, bol miktarda kimyevî madde ve ebeveyn tarafından kazandırılamayan yeterli sevgi. Bunlara can sıkıntısı, sarsıntı gerginlik, korku, engel, ümitsizlik, aşağılık duygusu ve suçluluk duygusunu da eklemek gerekmektedir. (a.y.)

Bundan dolayıdır ki, inançsız toplumlarda intiharın günden güne artmakta olduğu görülmektedir. İntiharların ne derece arttığını, ilim adamlarının sosyal problemleri ele alırken ortaya koydukları rakamlardan anlamak mümkündür. Binlerce insan her sene intihar etmekte ve elleri ile hayatlarına son vermektedirler. Bu binlerce insandan başka, yine bir çok insan, başka türlü intihar etmektedir. Bu intihar, içe dönük bir intihardır. Bunların hayatı birden bire sona ermez. Yavaş yavaş ölürler. Bunlar, öncelikle yenilme, tatminsizlik, ümitsizlik ve acizlik duygularına yenik düşmüşlerdir. (Yalçın, 27-28)

İntiharı önlemenin en önemli ve etkili yolu, sağlam bir iman ve dinî hayattır. Zira Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanan insan, hayatın sıkıntı ve meşakkatlerine karşı sabırlı ve dayanıklı olur. Din, ferdin ahlâkî yönden yetişmesini ve güçlü bir kişilik sahibi olmasını sağlar. Önemli olan kişinin, sadece sosyal normlara uyumu değil, kendi özel hayatı ve iç dünyasında da dinî ve ahlâkî emirlere uyumlu olmasıdır. Hemen hemen bütün dinlerde "irade eğitimi"ne yönelik uygulamaların olduğunu görürüz. Meselâ, bir takım dinî akımların aşırı uygulamalarını bir kenara bırakacak olursak, İslâm dininde gün içerisinde belirli aralıklarla kılınan beş vakit namaz, Ramazan ayı içerisinde tutulan oruç, çok sade olan fakat kişiyi disipline eden ve ona irade gücü veren eylemlerdir. Bunun yanında, konuşurken yalan ve gıybetten kaçınmak, diğer insanlarla ilişkilerinde zulüm ve haksızlıktan uzak durmak gibi davranışlar, insanda güçlü bir iradenin ve şahsiyetin oluşmasına yardımcı olurlar. Dindar fert, günlük hayattaki bunalıma karşı daha dayanıklıdır. Dindarın, zorluklar karşısında sığınacağı manevî bir sığınağı vardır. O, irade açısından daha güçlüdür. Hayatın imtihanlarla dolu olduğunu ve sabretmesi gerektiğini düşünür. Din, aynı zamanda hızla değişen toplumda istikrarı sembolize eder. (Bilgin, 134-135)

Dinî hayatın iki en önemli boyutu 'inanç' ve düzenli 'ibadet'tir. Bu iki unsur ne kadar kuvvetli ise, toplumla ve hayatla bütünleşme o kadar olumludur ve intihar ihtimali o kadar azdır. (Stack, 2)

Stack, dine bağlanma ile dinî inanç ve intihar arasındaki ilişkiyi ortaya koyduğu teorisinin temel önermelerini şu şekilde belirlemiştir:

Birincisi, Âhiret hayatı mutluluk vadettiği için, meselâ işsizlik, boşanma, fakirlik vb. sebeplerden dolayı strese giren insanlardaki sıkıntıyı pozitif yönde dengeleyebilir. Eğer insanlar bu stresi Âhiret inancından kaynaklanan ebediyet mefhumuna bağlı olarak kısa süreli bir fenomen olarak görürlerse, strese tahammül güçleri daha fazla artar.

İkincisi, elem ve kederler bir manâ ihtiva ediyor olabilirler. Başa gelen kötülüklerin bir anlamı, hüzün ve kederlere gösterilen sabır ve başa çıkmanın değerini göstermede yatmaktadır.

Üçüncüsü, Tanrı'nın gözetlediğine ve insanların elemlerini bildiğine olan inanç insanları daha tahammüllü kılar.

Dördüncüsü, din, toplumun materyalist anlayışa dayalı sınıflandırma sistemine alternatif olarak kutsal bir rütbe ya da sınıflandırma sistemi sunar. Dolayısıyla ferd, öz saygısını, haysiyetini, özellikle toplumun hiyerarşik düzeninde başarısız olmuşsa, ruhî açıdan başarılı olma hedefiyle geliştirebilir.

Beşincisi, duyan ve isteklere cevap veren bir Tanrı'ya olan inanç, bazı insanların sıkıntılı hayat şartlarını başarıyla atlatmalarını sağlayabilir.

Altıncısı, din genellikle fakirlikten övgüyle bahseder.

Yedincisi, şeytanın varlığına olan inanç, kişiyi kötülüklere karşı mücadeleye sevk eder.

Sekizinci ve son olarak, dinler ideal modeller (ideal tip insan) takdim ederler. Meselâ, Eyüp Peygamber modeli bunlardan birisidir. Bu modeldeki insanlar, elem ve sıkıntılara göğüs germişler ve zorluklar karşısında intihara teşebbüs etmemişlerdir.

Bu sekiz madde elbette hayat kurtaran inançlar listesi olarak görülmemeli, fakat birkaç temel inanç unsurunun nasıl intihar riskini azalttığını gösteren örnekler manzumesi olarak değerlendirilmelidir. (Stack, 5)

Stack, ayrıca yirmi beş endüstrileşmiş ülkeyi içine alan çalışmasında, dindarlık oranının yüksek olduğu yörelerde intihar oranının düşük olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu bulgu, özellikle kadınlar için geçerlidir. (Stack, 6)

Aile Kurumunda Çözülme, Boşanma ve Din

Sosyolojik bir realite olarak aile, toplumun temel yapı taşlarından belki de en önemlisidir. Aile cemiyetin küçük bir modeli olup, güçlü aile, güçlü millet ve devletin de temelidir. İslâm dini aileyi, sosyal hayatın vazgeçilmez bir unsuru olarak görür. (Kostaş 1995, 76-78)

Aile, dinin üzerinde önemli durduğu kurumların başında gelir. Aile kurumu ne kadar güçlü olursa, toplum da o oranda sağlam olacaktır. Bu sebepledir ki, yalnızca siyasi otorite olarak devletler değil, dinler de aileye büyük önem vermişler ve onu koruyucu şemsiyelerinin altına almışlardır. Bundan dolayı boşanma, dinlerde hoş karşılanmamıştır. İslâm dini, boşanmamayı yasaklamamış, onu mutlak gerektiren şartlarda bir izin olarak değerlendirmiş, fakat bunun Allah katında makbul bir eylem olmadığının üzerinde önemle durmuştur.

Dinin, aile ve toplum ferdlerinin sağlık ve mutlulukları üzerinde derin ve kalıcı etkileri vardır. Dindar olanlar arasında boşanma oranı daha azdır ve bu kişiler, evliliklerini daha iyi sürdürmektedirler. Din, aileyi tehdit eden bazı olguları kesinlikle reddeder. Bunların başında zina gelmektedir. İslâm dini, zinayı kesin bir şekilde yasaklamıştır. Dolayısıyla bir toplumda dindarlığın arttığı oranda, nikâhsız birlikteliklerin azalabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. (Aktaş Y, Köktaş M, 1998, 115)

Aile kurumundaki çözülmenin önemli belirtilerinden birisi de boşanma hızındaki artıştır. Bugün boşanmanın en yüksek olduğu toplumlar Batı toplumları, onlar içinde de ABD ve Rus toplumudur. (Arıkan 1996, 21)

Birleşmiş Milletler 1992 Demografi Yıllığına göre, bazı ülkelerde ve Türkiye'de boşanma oranlarına bakıldığında, Türkiye'nin dünyada en düşük boşanma oranına sahip ülkelerden biri olduğu görülmektedir. (a.g.e., 21) Türkiye'de boşanmalar, Batılı ülkelere nazaran epey düşük olmakla birlikte, manevî ve ahlâkî dejenerasyonun artmasına paralel olarak, sürekli yükselen bir grafik çizmekte ve her geçen yıl artış göstermektedir. Türkiye'de 1985 yılında boşanma oranı binde 0,37 iken, 1994'de bu rakam binde 0,46 olmuştur. Türkiye'de bölgeler açısından ise Ege ve Marmara'da boşanma oranı daha yüksek, binde 0,63 iken, Doğu ve Güneydoğu'da bu oran binde 0,13'tür. Anlaşılacağı üzere, dindarlıktan beslenen geleneğin hüküm sürdüğü bölgelerde boşanma daha az görülmektedir. (Aktaş, Köktaş, 118)

Zararlı Alışkanlıklar ve Din

İslâm dini, toplum hayatını derinden sarsan, ferdî ve içtimaî problemlere yol açan zararlı alışkanlıklara karşı açıktan bir tavır almış, inananlardan bu konuda getirdiği kaidelere uymalarını istemiştir.

Konuyla alâkalı âyet ve hadisler pek çoktur. Örnek olarak şunlar verilebilir:

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felâh bulasınız. Şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık bu habis şeylerden vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/90-91)

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

"Zina eden, bu fiili işlerken imanlı değildir. Hırsız, çalarken imanlı değildir, içki içen de içerken imanlı değildir." (Müslim, "İman," 24)

Dinî İnanç ve Ümit

İnsanlar, günlük hayatın zorluklarından, üstesinden gelemedikleri problemler, çözemedikleri olaylar karşısında duydukları acz, korku, dehşet ve hayretten kurtulmak, istikbal ve akıbet hakkındaki endişelerini gidermek, devamlı bir ruh huzuruna kavuşmak isterler. (Ünal 1998, 88)

Din, insanın elem ve ıstıraplarını azaltır, ona teselli verir. Kişi, inancı sayesinde ümitsizliğini yenerek huzur bulabilir. Yine din, feragat, fedakârlık, sabır, mücadele ve ümit duygularını kuvvetli tutmak suretiyle hayatın acılarını hafifleten bir güç olarak kişiyi ümitsizliğe karşı korur. (Uysal 1996, 123) Din, insana hayat ve ölüm ötesi hakkında bilgi, güven ve itmi'nan verir. Ayrıca kişinin ruhuna, geçici olmayan bir güven duygusu yerleştirir. Bu sebeple din, temel güven duygusunun kaynağını oluşturmaktadır. Zira insan, kendisi dışındaki yüce bir Kudrete inanmak ve bağlanmak suretiyle, yaşadığı dünyada bulamadığı güveni elde etmiş olmaktadır. İnançlı insan, Allah'a olan bu güveni sayesinde, inançsızların sık sık içerisine düştükleri ümitsizlik bunalımlarından kurtulabilmektedir. (Ünal 1998, 88)

İnsan, doğumundan ölümüne kadar karşısına çıkan güçlükleri çözebilme ve sürekli değişen şartlara intibak edebilme gayreti içerisindedir. Kişi, inancı sayesinde dayanma ve direnme gücü artmakta, başkalarına bağımlılıktan kurtulmakta ve hayattaki problemlerle baş etme gücünü kendinde bulabilmektedir. Bu sebeple dinî inanç, insanda sağlam bir kişilik yapısı meydana getirmektedir. Allah'a olan inancın yok olması ise, insanın şahsiyetini yok etmektedir. Böyle bir insanın benliği son derece zayıf olmakta ve en ufak güçlükler ve sıkıntılar karşısında bile çöküp dağılabilmekte, ümitsizliğe düşebilmektedir. (a.g.e., 89)

Ayrıca Âhiret inancı da, insanların ölümsüzlük arzusuna, bu dünyada bulamadıkları adalet ve mutluluğa, hayal kırıklıklarını tamire ve yapmış oldukları güzel işlere karşılık bulmaya cevap ve kaynak teşkil etmekle, onların ümitvar olmalarında son derece etkilidir. (a.g.e., 93-94)

Sosyal Çözülme ve Din

Sanayileşme ve şehirleşme süreciyle Batı toplumu ve bunun etkisiyle bütün dünya büyük bir değişime uğradı. İnsanoğlunun yüzyıllardır pek az değişiklik gösteren yerleşim biçimleri, hayat tarzları, sosyo-kültürel ve ekonomik değerleri, değişim içerisine girdi. Dinî inançlar da bu değişimden nasibini aldı. (Bilgin, 75)

Sanayileşmenin başlamasıyla insanlar arasında eşitsizlik de had safhaya ulaştı; sosyal sınıflar ortaya çıktı ve bu sınıflar arasında büyük uçurumlar açıldı. Kadınlar ve çocuklar dahi, neredeyse boğaz tokluğuna çalışır hâle geldi. Sanayileşme geliştikçe, şehir büyüdükçe dayanışma hâlindeki cemaatler de küçüldü. (a.g.e. 78) Sanayileşmenin getirdiği şehirleşme ise, ayrı bir problem olarak ortaya çıktı. Bilhassa şehre göç ve yeni ortama uyum sağlama zorluğu vakıasıyla insanlar bunalımlara sürüklendi.

Din, çıkara dayalı ilişkiler yerine yardımlaşmayı, dayanışmayı öne çıkarır. Kişiyi ayakta tutacak manevî değerlerin kaynağıdır. Fert olarak şehirde ve modern toplumda kaybolan insanı, cemaat ve cemaatleşmeyi sağlayan kural ve müesseseleriyle yalnızlıktan korur. Ferdi asla kendi başına terk etmez; derece derece yakınları ile ona maddî-manevî şemsiye olduğu gibi, bir bakıma geçimini de teminat altına alır. Komşuluk ve akrabalık ilişkilerine son derece önem verir.

Din, ayrıca ortak bir kültür oluşturur ve bu kültür atmosferinde kimse, kendini yabancı hissetmez. Çünkü din, her şeyden önce insanı ve insan fıtratını bilen Yaratıcı'nın koyduğu kaideler bütünüdür. Dinin sosyal hayatta etkinliği ölçüsünde, sosyal gruplar arasında kültürel uyuşmazlıklar azalır. (a.g.e. 79) Bugün Türkiye'de şehirleşmenin, çarpık şehir hayatının ve sadece Batı'yı taklide dayalı bazı uygulamaların, insanlarda Batı toplumlarında olduğu ölçüde bunalıma sebep olmadığı müşahede ediliyorsa, bu, kişilerin bilhassa cemaatler yoluyla bir dayanışma, yardımlaşma ve toplumla bütünlük sağlama, kendilerini bulma, ifade etme imkânına sahip olmasındandır.

10. UMRAN

Öncelikle kelime manalarına kısaca göz atalım.

· Bayındırlık, mâmurluk: Cefâ ile dahi hicrâna salma / Bu umrandan beni vîrâna salma (Şemseddin Sivâsî). Harâbeler mahrum kalmış umrandan (Ziyâ Gökalp). Yalınız âbid olaydı insan / Görülür müydü cihanda umran (Abdülhak Hâmit’ten).

· Medeniyet, ilerleme: Gördüğünüz terakkiyat, umran, servet, iki yüz altmış iki senelik bir tekâmülün semeresidir (Yahyâ Kemal). Târih denilen muammânın iki anahtarı vardı İbn Haldun’a göre: Umran ve asabiyet. Umran bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimâî ve dînî düzen, âdetler ve inançlar. Umran, târihi ve insanı bütün olarak ifâde eden bir kelime (Cemil Meriç).

Umran konusunda Ebû Zeyd Abdurrahman b. Muhammed b. Haldun el-Hadramî (ö. 808/1406) İslam’ın ikinci klasik çağında yaşamış tarih, sosyoloji ve iktisat alanlarında öncü kabul edilen bir âlimin en çok tanınan eseri Kitâbü’l-İber’e giriş olarak yazmış olduğu Mukaddime’ye bakmakta yarar vardır.

Mukaddime’nin en önemli bahislerini İbn Haldun’un umran ilmi düşüncesi oluşturur. Pek çok çağdaş araştırmacıya göre umran ilmi, tarihî-toplumsal alan metafiziğidir. Bu meyanda İbn Haldun, insanların ilimlerle ilgilenmesinde coğrafyanın, iklimlerin ve iktisadî hayatın etkili olduğu görüşündedir. Ona göre bir bölge, coğrafya, iklim ve iktisadî hayat açısından olumlu özellikler barındırıyorsa o bölgede medeniyetin gelişiminden bahsedilebilir. Bu doğrultuda medeniyetin olduğu yerde ilmin doğması ve gelişmesi mümkündür. İbn Haldun, ilimleri naklî ve aklî şeklinde ikiye ayırarak ele almıştır. Naklî ilimler kısmında tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimlere yer verirken, aklî ilimler kısmında sayı, geometri, mantık, sihir, felsefe ve kelam gibi ilimlere yer vermiştir. Biz de ilim bahsinde bu konuyu vasıtalı ve vasıtasız ilim başlıkları ile ele almış idik. Müellif kıraat, fenn-i resm, hadis, fıkıh, tefsir gibi naklî ilimleri Kur’ân, sünnet başlığı altında sınıflandırmaya tâbi tutmuştur. Ortaya çıkan bu ilimlerin konuları, ilkeleri açısından umran ilmiyle ilişkili olması ve umran ilmi bağlamında değerlendirildiğinde farklı yorumlar getirilebilmesi mümkündür.

Bu bakımdan İbn Haldun’un Mukaddime’de belirttiği fikirleri çerçevesinde naklî ve aklî ilimlerin umran ilmiyle ilişkilerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir. Kıraat, Kur’ân’ın eda keyfiyeti bakımından incelenmesidir ve Kur’ân-ı Kerîm’in tahriften korunmasını ve güzel okunmasını amaçlar. Kıraat ilminin amaçlarını dikkate aldığımızda umran ilminde belirlenen şartların oluşması gerekmektedir. Çünkü İbn Haldun’a göre medeniyet seviyesine ulaşmayan toplumlarda insanların, başka uğraşları sebebiyle, Kur’ân’ın güzel okunması veya kıraat hakkında oluşan ihtilaflarla ilgilenmeleri beklenemez. Kur’ân’ı yazılış keyfiyeti bakımından inceleyen ilim ise fenn-i resmdir. Kur’ân-ı Kerîm sahabe döneminde bedahet şartları altında ve kuralları belirlenmemiş, gelişmemiş bir Arapçayla yazılmıştır. Tâbiûn neslinin sahabeye olan saygısından dolayı Kur’ân’ı onlar gibi yazdıklarını düşünen İbn Haldun, Kur’ân’ın, yazının son geldiği aşamayla yazılması gerektiğini savunur. Fakat yazının ve ilimlerin sürekli gelişiyor olması, Kur’ân’ın yazımı açısından başka sorunlara yol açabilir. Bu noktada devreye giren tefsir Kur’ân-ı Kerîm’i anlam bakımından yorumlama amacı güder. İbn Haldun’un düşüncesine göre tefsirdeki temel sorun, isrâiliyat türü rivayetlerin ve yaratılış, varlık vb. konulardaki verilerin yeterince tetkik edilmemiş olmasıdır. Arapların bu bahisler hakkında Yahudileri ve Hristiyanları dikkate almalarının nedeni, göçebe bir toplum halinde yaşıyor olmaları ve okuma-yazma bilmemeleridir. Ona göre bu nedenle Araplar, söz konusu rivayetleri sıhhat açısından tetkik edecek bir yönteme de sahip olamamışlardır. Bu meyanda Müslümanların ilmî tetkik ve yöntem bakımından en çok temeyyüz ettikleri alan hadis ilmiydi. Düşünürümüz de Mukaddime’de en çok hadis ilmi üzerinde durmuştur. Ona göre hadis, râvilerin ve hadis metinlerinin durumlarını inceleyen bir ilimdir. Bu nedenle temel yöntemi tarihsel bilgileri tetkik etmek olan umran ilmi ile hadis arasında pek çok ortak noktadan söz edilebilir. Bununla birlikte İbn Haldun, umran ilmi ile hadis ilmi arasında herhangi bir ortaklık ilişkisi kurmaktan kaçınır. Çünkü ona göre böyle bir durumda Hz. Peygamber’i tarihsel bir malzemeye ve sıradan bir aktarıcıya dönüştürme tehlikesi mevcuttur.

İbn Haldun Mukaddime’de aklî ilimler üzerinde de durmuştur. Ona göre felsefe faydadan hâlî bir uğraştır, ancak mantık bütün ilmî disiplinler için gereklidir. Kelam ise sadece dini bidat ehline karşı savunmak amacıyla yapılır. Bunun birlikte İbn Haldun’un düşüncesinde felsefe ve kelam ilişkilerinin tespiti de önemli bir yer tutar. (Betül Akar-Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2. Sınıf)

İbn Haldun, umran ilmini kurmaya götüren sebebi yer, zaman, kişi, mekan, olay örgüsüyle değerlendirip genelgeçer savlar üreterek ilimlere, insanlığa kaynaklık etmiştir. Umumi ve beşerî konulara şu ana kadar kimsenin değinmediği ölçüde değinerek, fikirlerini toplumsal olaylar ışığında dile getirmiştir. Asabiyetumranbedevilikiktisat kavramlarını titizlikle inceleyip eserini temellendiren Haldun, birçok ayet, hadise, kişiyle örnekleme yapmıştır. SosyolojiİktisatSiyasetİslâm FelsefesiCoğrafyaTarihHukukSiyaset Sosyolojisi ve daha nice bilim dalını içinde barındıran, ayrıca bu bilimlere öncülük etmenin yanı sıra kaynaklık da eden Mukaddime birçok bilim insanı tarafından da incelenmiştir.

İbn Haldun insanların birlikte yaşadıklarını düzenin hakim olması için de bir başkanın olması gerektiğini belirtirken bir ihtiyacın da umran olduğunu söylemiştir. “Umran, toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları gidermek maksadıyla şehre veya bir konaklama yerine inmek ve orada birlikte ikamet etmekten ibarettir.” demiştir. Bu hamur çok su götürür. Detaylı incelemek isteyenler için İbni Haldun’un Mukaddime isimli eserinin öneririz.

11. İSLAM

İslam kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teala’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslam denilmiştir.

Terim Anlamı

Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslam, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur.

İslam’ın Mahiyeti

İslam’ın manası, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslam olmaz. (bk. En’am, 162 ve Nisa, 65) İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur.

Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.

Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslam’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep Müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da Müslümandır. İslam, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, Müslüman oluşlarına şahidiz.

“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Al-i İmran, 3/83)

Bu ayette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali (ra)’nin de dediği gibi “İslam teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, Müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslam, imanın bir tezahürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslam olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münafıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “Müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslamiyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızasıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.

İnsan da kendi hür iradesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslam’ı seçip Müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, Allah Teala’nın dünyadaki halifesi, temsilcisi olur.

İslam dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslam’ın muhtevası ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslam, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslam’da hükmü açıklanmamış hiç bir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibadet, siyaset, sosyal, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’an-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar:

“Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.” (Nahl, 16/89 ve yine bk.Yusuf, 111)

Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslam ümmetinin müctehid alimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.

Peygamberimiz (s.a.v.) İslam’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir:

“İslam, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun kulu ve rasülü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” (Buhari, İman 1; Müslim, İman 22; Nesai, İman 13; Tirmizi İman 3)

Yukarıdaki hadis, İslam binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslam’ın temelleridir ama, İslam’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibaret olduğu nasıl söylenemezse, İslam’ın bu beş temelden ibaret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlaktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslam, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslam’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslam’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.

Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslam’ın temellerini ikiye ayırabiliriz: Şehadet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binaen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i salih.. İslam, şehadet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslam; namaz, zekat, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibadetlerdir. Bunlara İslam’ın rükûnları, temelleri denilir. İslam’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslam’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlakî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslam’ın hakimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır. (Müeyyide: Kanun ve ahlakî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezalar, Allah’ın dünya ve ahirette verdiği Rabbanî cezalardır. O halde İslam; inanç, ibadet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.

İslam, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassasiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslam, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana ceza vardır. İslam, Allah Teala’nın indirdiği ahkam (hükümler), akide, ibadet, ahlak, muamelat, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.

İslam’ın zıddı, cahiliyyedir. (Cahiliyye bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslam’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür demektir.) İslam’ın her parçasının karşısında mutlaka cahiliyye vardır. İslam tüm ayrıntılarıyla cahiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslam’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka cahiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın heva ve arzuları kendisine galip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.

“Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?” (Maide, 5/50)

Bazı insanlar, cahiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslamiyet'ten olan bir şey, bazan cahiliyye ile karışır. İslam’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Cahil kişi, İslam’ın hakikatını bilmediği için bu düzene bağlanır. Şayet bu insan hakkı bilseydi, o cahiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslam’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.

İnançlarda İslam ve cahiliyye vardır. İbadetlerde İslam ve cahiliyye vardır. Ahlakta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslam ve cahiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslam ve cahiliyye vardır. İnanç ve ibadetlerdeki cahiliyye, cahiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teala, sağlam itikatla beraber bazı cahiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibadetleri cahiliyye inanç ve ibadetleri olan kimseyi, İslam’ın tüm ahlakıyla ahlaklansa dahi kesinlikle affetmez.

“Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” (Nisa, 4/48)

Allah Teala İslam’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o Müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslam’la cahiliyyeyi birbirine karıştırmış olur.

“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 2/85)

Her Müslümanın, cahiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslam’ın bütününü alması gerekir.

İslam Dini’nin Gayesi

İslam’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaktır. İslam, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saadetlere ulaştırır. Toplumun saadeti de ferdin saadetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslam, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.

İslam Dini’nin Hükümleri

İslam Dininin hükümleri dört kısımdır.

a) İman (İtikadi hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla manevi gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.

b) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere, amelî hükümler denir. Dua etmek, zekat vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.

c) Ahlak: Hal ve hareketleri, davranışları, İslamî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlakın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.

d) Hukuk (Muamelât, Ukubat): İman, ahlak ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticari ve siyasi işleri, kısaca İslam devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir.

İslam, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslam, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslam, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibadeti, ahlakı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurafe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.

İslam’ın Genel Özellikleri

1) Rabbanîlik: (Rabba ait olmak, ilahî olmak) İslam, hak ve ilahî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbanîdir. Allah’ın rızası bir Müslüman için her şeyde vaz geçilmez amaçtır. İslam’ın kaynağı ve metodu da Rabbanîdir.

2) İnsanîlik: (İnsan fıtratına uygunluk) Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslam insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslam’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, ruhi unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslam, insanın hiç bir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslaha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslah etmeyi hedef alır. İslam’ın tüm hükümleri insanın dünya ve ahiret saadetine yöneliktir.

3) Kapsamlılık ve evrensellik: İslam, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve ahiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslam’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibadette, tasavvurda, ahlak ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir.

4) Vasatlık ve denge: İslam; denge, orta yol, adalet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibadet, ahlak ve teşrîde vasat (adalet ve denge) unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya - ahiret, madde - mana, zengin - fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, ruhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve milleti dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler.

5) Açıklık ve netlik: İslam’ın inanç esasları, dini kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz.

6) Halis din: Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirlemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurafelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş tek hak dindir.

7) Tevhid: İslam, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslam’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiç bir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’dan başkasına tapınılmaz, dua edilmez.

8) Tüm peygamberleri tasdik: Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir.

9) Egemenlik Allah’ın: Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslam; hüküm, hakimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur.

10) Sağlam kaynak: İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyamete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır.

11) Evrenle uyum: Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden Müslüman sayılırlar. İslam’ı seçip teslim olan insan da kainatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkanlarıyla bütünleşir. İslam, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz.

12) Tek toplum (ümmet) oluşturur: İslam, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akide bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adalet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücadele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, faiz... gibi kötü ahlak ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün Müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.

13) Kolaylık ve müjde: İslam; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehadet getirip buna uygun yaşayan herkesi Müslüman sayar. Eşitlik ve adalet esasına dayanır. Kimsenin zorla Müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbadetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslam’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslam, insanın ruhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azabıyla ikaz edilirler.

14) Akla ve ilme önem verir: İslam vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her Müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lazım ki, İslam akılcı değil, akıllların dinidir.

15) İnsan hakları: Hiç bir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslam, insanın şu haklarını korumaya alır:

a. Din emniyeti: İslam, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.

b. Nefis (can) emniyeti: İslam, yaşama hakkını temin eder.

c. Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslam, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır.

d. Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslam gerekli her türlü ortamı hazırlar.

e. Mal emniyeti: İslam malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkanını tanır.

Özetle İslam, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.

İslam, insan hakları konusunda hala ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslam’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibadetleri, ceza anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adaletsizliğe de göz yummaz. Kadın - erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.

İslam’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi

a) İslam bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır (bk. Bakara, 130 - 133). İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Adem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teala peygamberleri değişik şeriatlarla (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.

b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen İslam, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.

c) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliğ ettiği İslam Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini (şeriatlarını) nesh edip ortadan kaldırmıştır.Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şeriatıdır.

d) İslam dini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.

İslâm Hakkında Birkaç Ayet

“Allah katında gerçek din islam’dır.” (Al-i İmran, 3/19)

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” (Al-i İmran, 3/85)

“Kim nefsini (tümüyle) Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.” (Lokman, 31/22)

“ Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı verip ondan razı oldum...” (Maide, 5/3)

İslam’ın Rükûnları

İslam’ın rükûnları (temelleri) beştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasülü olduğuna şehadet etmek, namazı ikame etmek, zekat vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak...

Peygamberimiz’in İslam’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslam’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (cahil halkın yanlış olarak İslam’ın beş şartı dediği) bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehadet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) ileride tevhid konusunu işlerken ayrıntılarıyla göreceğiz. Burada, bu ibadetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i salih olarak etrafını câmi olarak tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği fıkıh, ilmihal kitaplarında ve fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.

Amel-i salih nedir? Salih amel, Allah katında razı olunan amellerdir. Bu amel (davranış) iki özellik taşır: Biri, İslam şeriatına uygun olması, ikincisi; niyyetinin Allah rızası için ve O’na ibadet için olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i salihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevabı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:

“Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, salih amel işlesin, Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın...” (Kehf, 18/110)

Amel-i salihin İslam’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, ahiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehadetin (tevhidin) manası, amel-i salih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslam kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibadetsiz İslam’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i salihin İslam’daki öneminden dolayı birçok ayetler onu övmektedir. Bu ayetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükafatını açıklar, bazısı da özellikle ahiret hayatında vereceği faydadan bahseder.

“Andolsun asra ki, muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.” (Asr, 103/1-3)

Diğer örnek ayetler için mesela bk. Maide, 9 ; Ra’d, 29 ; Nahl, 97 ; Kehf, 30; Meryem, 76; Ankebut, 7, 9.

Amelin kabulü için İslam’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i salihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızası niyyetiyle ve İslam şeriatına uygun bir amel de İşlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslam’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükafat vardır. (bk. Al-i İmran, 3/85)

Amel-i salih çok çeşitlidir. İbadet olsun, muamelat olsun, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbına itaatı, şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızasını taleb etmeyi düşünerek bir amel işlediği zaman, amel-i salih ehlinden olur.

Bu amel-i salihin başında (dar anlamıyla) ibadetler gelir. İbadetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekat gelir. Bunlar İslam’ın temelleridir. Bu ibadetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle caiz değildir. Bunun için İslam’ı tanımlayan meşhur hadiste açıkça bildirilmiştir.

İslam’da ibadetlerin önemi büyüktür. İbadetler, kişinin Rabbıyla olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbadetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibadetlere özen göstermek ve başkalarını önce imani esaslara, sonra ibadetlere davet etmek gerekir. İbadetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere, ibadetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibadetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.

Bu ibadetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslam; namazı, Müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alamet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal caiz değildir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münafıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin manasını kişiye devamlı hatırlatan bir ibadettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’daki ayetlerden bazılarının sure ve numaralarını verelim: Rum, 31; Bakara, 1-3, 153 ve 238; Nisa, 103; 142; Ankebut, 45 ...

Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiç bir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır.

Oruç, hac, zekat ve diğer bütün ibadetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlas, irade ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekat, Müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mali bir ibadettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emanetçiden başka biri olmadığını insan zekatla daha iyi kavrar. Zekat, mal sevgisine, Allah rızasını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adaletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, Müslümanın ameli eğitimidir. Hac ibadetiyle Müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takva, Allah sevgisi ve O’nun azabından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu salih amellerin başında gelir.

İslam’ın Tebliği

İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslam, herkese tebliğ edilmelidir. Bu davet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır.

“İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 3/104)

ayet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslam, herkese, ama özellikle Müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslam bildikleri şeyler İslam değildir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.

İslamî davetin gayelerinden biri de, İslam’ı tekeline alıp ona kimseyi ulaştırmayanların elinden İslam’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslam, hiç bir gücün tekelinde olamaz. Hiç bir güç İslam’ın bazı ibadetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslam adına yapsınlar, isterse cahiliye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teala, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her Müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslam’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hakimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hakimiyeti olan İslam’a ulaştırmak... İşte, İslam budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.

İslam’ı Hayata Hâkim Kılmak

İnsanlık tarihi boyunca, İslam’ın esas dayanağı olan temel ilke “La ilahe illallah” kaidesidir. Yani uluhiyeti, rububiyeti, saltanat ve hakimiyeti sadece Allah’ a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inaç; duygu ve hareketlerde ibadet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, böyle kamil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslam’a saygısızlık yapılmış olur.

Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tabi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.

Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasülullah (s.a.v.)’dır. Bu kaide ise İslam’ın ilk şartı olan şehadet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder.

“Şüphesiz Muhammed (s.a.v.) Allah’ın rasülüdür.” (Fetih, 48/29)

İşte İslam’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekamil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın razı olduğu nizam budur.

İslam’ın hedefi, cahiyyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lazımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslam metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslam ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyanatına mazhar olur:

“Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” (Al-i İmran, 3/110).

“İşte böylece sizleri mutedil bir ümmet kıldık. İnsanlara şahid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...” (Bakara, 2/143)

12. HAK

Allâhu Teâlâ'nın isimlerinden biri. Kur'ân-ı Kerim, yakîn, sâbit ve şüphe olmayan şey. Hüküm, fasıl ve kaza olunmuş iş, adâlet, İslâm, mal, mülk, vâcip, sâdık, lâyık, yaraşır, şans ve hisse. Çoğulu; hukuk ve hıkâk'tır. Hakkın, bu çeşitli anlamları, "kesin olarak sâbit olma ve gerekli olma (sübût ve vücûb) "kavramında toplanır. Kur'ân-ı Kerim'de Hakk kelimesi ve türevleri 285 kadar âyette geçer.

"Şüphesiz, onların çoğunun üzerine o söz (azap hak olmuştur" (Yâsîn, 36/7). Burada "hak oldu"; sâbit ve vâcip oldu, anlamındadır. "O günahkarlar istemese de, Allah hakkı sâbit ve üstün kılacaktır (el-Enfâl, 8/8). " De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu " (el-İsrâ,17/81) "Boşanan kadınların da ma'ruf şekilde yararlanmaları hakları olup, bu, Allah'tan korkanlar için bir vaciptir" (el-Bakara, 2/241). Burada "hak", vâcip anlamındadır. Bazan, zulmün aksi olan "adâlet" .anlamı görülür. "Allah hak (ve adâletle hükmeder" (el-Mü'min, 40/20). Şu âyette de hisse, pay anlamındadır. "Mallarında, hâlini arz eden ve edemeyen yoksular için belli bir hak (pay) vardır" (el-Meâric, 70/24).

Sonraki bazı İslam hukukçuları hakkı; "şer'an sâbit hüküm" şeklinde tarif etmişlerse de bazan hak kelimesi, mülk edinilmiş mal için kullanılır ki -bu hüküm değildir. Yine, velâyet hıdâne ve muhayyerlik hakkı gibi şer'i özellikler veya yol, geçit ve su geçirme hakkı gibi gayri menkule bağlı irtifak hakları * için kullanılır ki, bütün bunlar hüküm niteliğinde değildir.

Bazan genel anlamda şu şekilde tarif edildiği görülür: "Şerîatın yetki veya yükümlülük olarak tesbit ettiği şahsa ait haklardır. Bu tarif, hakkın dînî, medenî, te'dib, genel, mâli olan veya olmayan bütün çeşitlerini kapsamına alır. Namaz, oruç gibi Allah'ın kul üzerindeki hakları dînî; mülk edinme gibi haklar medenî; babanın çocuğunu, kocanın karısını terbiye etmesi gibi haklar te'dip; Devlet başkanının tebeayı yönetmesi gibi haklar amme; eşin-küçük çocukların ve yoksul hısımların nafakası gibi haklar mâlî; şahıs üzerinde velâyet gibi haklarda mâlî yönü bulunmayan hak niteliğindedir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, Dımaşk 1985-IV, 9).

Bu tarife göre hakkın özü şahsa bağlıdır. Satıcının satış bedeli üzerindeki hakkı gibi. Eğer hak, belirli bir şahsa bağlı değilse "genel mübahlık" tan söz edilir. Avlanmak, herkese açık ormandan odun toplamak, umûmî yollardan yararlanmak gibi. Bunlar, özel bir hak olmaktan çok, herkese tanınan genel ruhsatlar türündendir.

İslâm nazarında, hakkın kaynağı ilâhi iradedir. Bu yüzden İslâm'da haklar, kendisinden şer'î hükümlerin çıkarıldığı kaynaklara (kitap, sünnet, icmâ, kıyas) dayanan ilâhi ihsanlardır. Bir delile dayanmayan şer'î haktan söz edilemez. Hakkın kaynağı Allâhü Teâlâ'dır, çünkü ondan başka hâkim yoktur.

Dînî haklarda, hakkın sahibi Allah, diğer haklarda gerçek veya tüzel (hükmî) kişilerdir. İslâm hukukuna göre şahsiyet, sağ doğmak şartıyla, çocuğun ana karnına düştüğü andan başlar ve cenini suç işleme yoluyla düşürene bazı cezalar uygulanır. Hanefîlere göre çocuğun yarıdan fazlasının doğması, sağ doğum sayılır. Diğer fakihler ise, sağ sayılmak için çocuğun tam olarak doğmasını ve annesinden ayrılmasını şart koşarlar. İşte sağ doğmak şartıyla cenin, daha ana karnında iken bazı'medenî haklardan yararlanır. Örneğin; Mirasçı olur ve mirastan büyük pay ayrılarak bekletilir. Lehine vakıf ve vasiyyet geçerlidir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV 455).

Hakkın Çeşitleri

Hak, çeşitli bakımlardan kısımlara ayrılır. Hak sahibi açısından üçtür. Allah hakkı, insan hakkı ve müşterek hak.

1. Allah hakkı (hukukullah): Allah hakkı; kendisiyle Allah'a yaklaşmak, O'nu yüceltmek ve dininin prensiplerini veya topluma ait menfaatlerin gerçekleştirilmesi kastedilen haklardır. Bunlar, karşılığının büyüklüğü ve yararının geniş olması yüzünden Allah'a nisbet edilmiştir. Allah hakkı sayılan başlıca fiil ve ibadetler şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i ani'l münker (iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak), adak, yemin, hayvan keserken veya her iyi işe başlarken besmele çekmek gibi ibadetler. Suçlardan sakınmak, zina, zina iftirası (kazf), hırsızlık, yol kesme ve içki içme cezası gibi hadlerle; diğer ta'zir cezalarını uygulamak; nehir, yol, mescid gibi genel irtifak (ortak kullanım) haklarını korumak.

Allah haklarının hükümleri şunlardır: Allah haklarının af, sulh veya kaldırma ile düşürülmesi yahut değiştirilmesi caiz değildir. Meselâ; hırsızlık cezası, iş hâkime intikal ettikten sonra, çalınan malın sahibinin affetmesi veya onun hırsızla anlaşması hâlinde bile düşmez. Ancak bazı Hanefî fakihleri hırsızlık cezasının tatbikini husûmet ve davanın varlığına bağlamıştır. Bu ise, tamamen kul hakkına ait bir özelliktir. Yine zina cezası, kocanın veya başkasının affetmesi yahut kadının kendisini mübah kılmasıyla düşmez. Allah hakları mirasla geçmez. Bunun bir sonucu olarak, mirasçılar, miras bırakanların yapamadığı ibadetlerden ancak vasiyyet etmeleri hâlinde sorumlu olabilir. Bunların ödemediği zekât borçlarını, mirasın üçte birinden ödenmesini vasiyet etmesi gibi. Yine mirasçı, vârisin işlediği suçtan sorumlu tutulamaz. Diğer yandan bir kimse defalarca zina etse, defalarca hırsızlık yapsa, her defasında cezalandırılmamışsa, tek ceza yeterli olur. Çünkü cezadan maksat, menetmek ve alıkoymaktır. Bu maksat, bununla da gerçekleşir. İşlenen suçların cezalarını uygulamak hâkime ait bir görevdir. Hâkim (kâdî) ibadetleri terkeden veya bu konuda tenbellik gösterenleri te'dip eder, suç işleyenlere had ve ta'zîr cezalarını tatbik eder (es-Serahsî, el-Mebsût, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi; VII, 52 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire (t.y), s. 324-326; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 13, 14).

2. İnsan hakkı(hukuku'l-ibâd):

Bunlar, özel olarak fertlerin maslahatını korumayı hedef alan haklar olup, bazı hallerde hak sahibine bir bedel verilir veya düşebilir. Kul hakları ya genel olur. Kişinin sağlığını, çocukları ve malları korumak, güvenliği sağlamak, suç ve düşmanlıklara engel olmak ve devlete ait genel irtifak haklarından yararlanmak gibi. Yahut nitelikte olur. Mâlikin mülkünde hakkını gözetmek, satıcının semende (sâtış bedeli) alıcının maldaki hakkı, kişinin telef edilen malının bedeli ve gaspedilen malın geri verilmesi konusundaki hakkı, kadının kocası üzerindeki nafaka hakkı, annenin küçük çocuğu üzerindeki bakım yani (hıdâne) hakkı ve babanın çocuğu üzerindeki velâyet hakkı, özel nitelikli kul haklarındandır.

İnsan haklarında, hak sahibinin af, sulh, ibra ya da mübah kılma yollarıyla hakkı düşürmesi mümkün ve caizdir. Bunlarda miras cereyan eder. Tedâhül hükümleri uygulanmaz. Yani insan hakkı aleyhine işlenen her suç için ayrı ceza gerekir. Ayrıca bu çeşit cezanın uygulanması hak sahibinin veya velisinin şahsi şikâyetine bağlıdır.

3. Müşterek hak:

Allah ve insan hakkı, ikisi bir arada bulunan haklara müşterek hak denir. Ancak bunları bazılarında kul hakkı üslün olur. Meselâ; boşanan kadının iddetinde bu iki hakkı bir arada görmek mümkündür. Onda Allah hakkı vardır, çünkü amaç neseplerin karışmasını önlemektir. Kul hakkı yönü vardır, çünkü, çocuğun nesebini korumak da söz konusudur. Ancak Allah hakkı daha üstündür. Çünkü nesepleri korumada toplumun genel menfaati vardır. Yine insanın hayatını, aklını, sıhhatini ve malını korumada iki hak vardır, fakat Allah hakkı, toplum menfaatinin umûmî olması yüzünden daha üstündür. Zina isnadında bulunup ta bunu dört şahitle ispat edemeyen kimseye seksen değnek vurma cezasında (kazf) da iki hak vardır, iftiraya uğrayandan âr ve ayıbı kaldırmak, şeref ve itibarını iâde etmek kul hakkıdır. İnsanları ırz ve iffetlerini korumak ise Allah hakkı olup, bu daha üstündür. Ancak İmam Şâfiî'ye (Ö. 204/819) göre, kazf haddi hâlis kul haklarındandır. Bu kabil haklar hüküm bakımından Allah haklarına dahildir (es-Serahsî, a.g.e, IX, 112; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 52, 56; İbnü'l-Hümâm" Fethu'l-Kadîr, Kahire (t.y), IV, I94; Ebû Zehra. a.g.e, s. 324-326).

Kul hakkı üstün olan hakların başında kısas ve diyet gelir. Toplumu katl suçundan temizlemek Allah hakkı, maktûlün velisinin kinini dindirmek ve onun gönlünü hoş etmek ise kulun hakkıdır. Bu hak daha üstündür. Çünkü kısas mümâselet (benzerlik) üzerine bina edilmiştir. Âyette şöyle buyrulur: "Biz Tevrat'la göze göze, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır" (el-Mâide, 5/45). Kısasta kul hakkı üstün olduğu için kişinin bu gibi cezaları affetme yetkisi vardır. Hatta bu konuda af teşvik edilmiştir. Kur'ân'da şöyle buyrulur:

"Ölenin kardeşi (velisi) tarafından bağışlanmışsa, öldürene, örfe uymak ve ona güzellikle diyet ödemek vardır" (el-Bakara, 2/178). Mağdur tarafın hakkı şu âyette açıkça ifâde edilmiştir: "Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanıdık. Artık o da, öldürme konusunda aşırı gitmesin. Çünkü kendisi yardım görmüştür"(el-İsrâ., 17/33).

Gerçek kişiye ait kul hakları, hak sahibi dikkate alınarak, düşürmeye (iskat) elverişli olup olmaması bakımından ikiye ayrılır.

l. İskata elverişli haklar. Şahıs haklarının hepsi, aynî (eşya) hakların aksine iskata elverişlidir. Kısas, şuf'a ve muhayyerlik hakkı gibi. Hakkı düşürmek ivazlı (bedel karşılığında) veya ivazsız olabilir.

2. İskata elverişli olmayan haklar. Kadının, kocasının evinde geceleme ve geleceği ait nafaka hakkını, müşterinin malı görmeden önce, görme muhayyerliği hakkını, şuf'a hakkı sahabinin (şefi') satışından önce hakkını düşürmesi ile bütün bu haklar düşmüş olmaz. Baba veya dede küçük çocuk üzerindeki velâyet hakkını düşürse, bu tasarruf hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü bu, şahsa bağlı özlük haklarındandır. Ebû Yusuf'a göre, vakfedenin vakıf mal üzerindeki velâyet hakkı da böyledir. Yine, cayılabilir(ric'i) talakla boşanan erkeğin, karısına dönme (ric'at) hibe edenin hibeden dönme, vasiyette bulunanın vasiyetten dönme hakkını düşürmesi geçersizdir. Annenin küçük çocuk üzerindeki hidâne malı çâlınan hırsızın cezalandırılması hakkını düşürmesi de sonuç doğurmaz.

Haklar mirasla intikal edip etmemesi bakımından da ikiye ayrılır:

İslâm hukukçuları teminat veya irtifak yahut ta'yin ve ayıp muhayyerliği haklarının miras yoluyla intikal edeceği konusunda görüş birliği halindedir. Borcu alabilmek için, rehni, satış bedelini alabilmek için de mebi (satılan malı);hapsetmek ve borca kefil isteme hakkı, teminat kabilindendir. Hakku'l-Mecra ve Hakku'l-Mesil yani sulama ve geçiş hakkı ise irtifak haklarındandır. Şart ve görme muhayyerliği, borcun vadesi ve ganimet üzerindeki hakkın taksimden önce mirasçılara geçip geçmeyeceği ihtilaflıdır.

Hanefilere göre, mücerred hak ve menfaatler mirasla geçmez. Çünkü miras, mevcut bir mal (ayn) üzerinde cereyan eder. Bunlar ise mal değildir. Borçlar da zimmetle devam ettiği sürece mal sayılmaz. Bunlar sadece zimmeti işgal eder, fakat gerçek kabızları tasavvur olunmaz. Ancak bunlara denk olan şeyler kabz edilebilir. Fakat bunlar hükmî mal sayıldığı için mirasla geçer. Hanefilerin dışındaki fakihlere göre ise; mücerred haklar; menfaat ve borçlar mirasla geçer. Çünkü bunlar da mal sayılır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir mal veya hak bırakırsa, bu mirasçılarına aittir. Kim Haciz ve bakıma muhtaç yoksul kimseleri bırakırsa bunlar bana aittir" (Buhârî, Nafakat, I5; Müslîm, Feraiz, 15-17; Ebû Davud Büyu', 9; Tirmizî, Feraiz, 1; İbn Mace, Feraiz, 9, 13).

Haklar konusuna göre mâlî olan ve olmayan şahsî ve aynî, mücerred olan veya olmayan diye üçe ayrılır.

1. Mali olup olmamasına göre ikiye ayrılır.

Mali Haklar: Konusu mal veya menfaat olan haklar: Satıcının semende, alıcının mebi' (satılan) ya da hakkı şufâ hakkı, irtifak hakları, muhayyerlik hakkı ve kiracının kiralanandaki hakkı gibi.

Malî olmayan Haklar: Bunlar mali yönü bulunmayan haklardır. Kısas hakkı, Nafaka yokluğunda kadının boşanma veya tefrik (ayrılma hakkı, hidâne ve şahıs üzerinde velayet hakkı gibi). Siyâsî, temel hak ve hürriyetlerde bu guruba girer.

Şahsî ve aynî haklar:

Şahsî hak; İslâm'ın bir kimse için başkasının üzerine koyduğu haklardır. Bu, bir işi yapmak veya birbirinden kaçınmak tarzında olabilir. Satıcının semeni, alıcının mebi'i teslim hakkı, insanın borç veya telef edilen yahut gasb edilen şeylerin bedeli üzerindeki hakkı, karının veya diğer hısımların nafaka hakkı ile emanete mal verenin, bu malın kullanılmaması konusunda emanetçi üzerindeki hakkı gibi.

Aynî Hak: İslâm'ın belirli bir şahsa ait kıldığı haklardır. Hak sahibi ile belli bir maddi eşya arasındaki ilişki böyledir. Belirli bir gayri menkul üzerindeki, geçit, su geçirme gibi irtifak hakları gibi.

3. Mücerred olan ve olmayan haklar.

Sulh veya ibra yoluyla düşürülünce hiç bir sonuç bırakmayan haklara mücerred hak denir. Şüf'â hakkı sahibinin şüf'â hakkinı düşürmesi gibi. Düşürüldüğü zaman bir iz (sonuç) bırakan haklarda mücerred olmayan haklarda Kocanın boşanmakla karısının cinsî yönlerinden yararlanma hakkını düşürmesi gibi. Bu takdirde kadın serbest kalır ve dilediği ile evlenebilir (Alî el-Hafıf, Ahkâmü'l-Muâmelâtiş-Şeriyye, s. 38 vd; ez-Zuhaylî, a.g.e. IV, 16 vd).

Haklar, kazaya tabi olup olmaması bakımından dînî ve kazaî olmak üzere ikiye ayrılır:

1. Diyanî haklar. Bunlar kaza velâyeti altına girmeyen haklar olup mahkeme yolu ile takibi mümkün olmaz. Kişi sadece Rabbi ve vicdanı önünde sorumlu olur. Meselâ, bir kimse, alacağını hâkim önünde ispat etmekten aciz kalsa, buna hak kazanmış olmaz. Belki borçlunun diyâneten (vicdanen) borcunu ödemesi gerekir. Resmi makamlarca tescil edilmiş dinî rıikâh akitleri diyâneten sabit sayılır ve bunlara nafâka, çocukların nesebinin subutî gibi şer'i hükümler lâzım gelir.

Kazaî haklar. Hâkimin velâyeti altına giren ve hâkim önünde isbatı mümkün bulunan haklardır. Diyânî hükümler niyete, vâkıaya ve gerçeğe dayanır. Kazaî hükümlar ise, işin dış görünüşüne göre ortaya çıkar. Bunlar da niyete, işin vâkısına ve gerçeğine bakılmaz. Meselâ, bir kimse eşini yanlışlıkla (hataen) boşasa, fakat boşamayı kastetmemiş bulunsa, hâkim zâhire göre hüküm vererek boşanma tasarrufunu geçerli sayar. Kişi Allah'la kendi arasında diyaneten bu talakın yokluğuna hükmebedilir. Müftî de buna göre fetva verebilir. Çünkü koca, gerçekte boşamayı kastetmemiştir (ez-Zühaylî, a. g. e., I V, 21, 22).

Hakkın Hükümleri:

Bir hak, sahibi için sâbit olduktan sonra aşağıdaki hükümler cereyan eder.

a) Hakkın ifası. Hak sahibi hakkını meşrû şekilde kullanma yetkisine sahiptir.

Allah hakkı olan ibadetleri, normal zamanlarda azîmete; acz, hastalık veya yolculuk hallerinde ise ruhsata uyarak ifa etmek mü'min için bir hak ve görevdir. Mukîmin namazı tam kılması, oruç tutması, yolcunun ise namazı kısa kılması, orucu kazaya bırakabilmesi gibi. Müslüman, zekât gibi mâli bir ibadeti yerine getirmezse, hâkim zekâtı ondan zorla alır ve İslâm'a göre verilmesi gereken yerlere (bk. et-Tevbe, 9/60) dağıtır. Mâlî olmayan ibadetleri açıkça terkederse, hâkim sahip olduğu çarelere başvurur. Gizli terk varsa, Allah'ın bu kimseleri dünyada elem, belâ ve musîbetlerle, âhirette ise elem verici bir azapla cezalandırılmasından korkulur.

Kul haklarının yerine getirilmesinin, yükümlünün ihtiyar ve rızası ile olması asıldır. Eğer o, bu hakkı teslimden kaçınırsa duruma bakılır; gasbedilen, çalınan veya emânet verilen malda olduğu gibi, hakkın kendisi (aynı) veya istihkâk edilmiş olan gasbolunmuş malın misli elde mevcutsa mal misli ile alınır. Ancak bunları bizzat almak fitne ve zarara yol açacaksa yahut elde hakkın cinsinin aksine mal varsa, hak sahibinin hakkını bizzat alma hakkı yoktur. Ancak bu konuda mahkemeye başvurabilir. Bunda görüş birliği vardır.

Hanefilere göre, mal, alanın elinde, hak cinsinden bir mal olarak mevcut olur ve bizzat alınmasında fitne ve zarar tehlikesi bulunmazsa, hak sahibi bunu hâkim kararı olmaksızın bizzat alabilir. Hatta İbn Âbîdîn (Ö. 1252/1836) insanların borçlarını ödemede gevşek davranmaları ve teminatların bozulması sebebiyle, borçlunun elindeki malın hak cinsinden olup olmamasına bakılmaksızın, bunun alacaklı tarafından bizzat alınabileceğini söyler. Şâfiîlerin görüşü de böyledir: " Kötülüğün cezası benzeri bir kötülükle mukabeledir" (eş-Şûrâ, 42/40). "Ceza verirken, size verilenin aynıyla karşılık verin "(en-Nah/, 16/ 126). Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kimsenin yanında kendi malını bulan, bu malda daha fazla hak sahibidir"(Ahmed b. Hanbel, V, 13; İbn Mâce, Ahkâm, 26):

Mâlikî ve Hanelîlerin meşhur görüşüne göre, borçlunun elinde hak cinsinden bir mal bulunur ve bunun bizzat alacaklı tarafından alınmasında bir fitne ve zarar olmasa bile, bunu hak sahibi ancak hakim kararıyla alabilir. Delil olarak şu hadisleri ileri sürerler: "Emâneti, sahibine ver ve sana hıyânet edene hâinlik etme" (Ebû Dâvud, Büyû, 79; Tirmizî, Büyû, 38; Dârimî, Büyû, 57; Ahmed b. Hanbel, III, 414). Ebû Süfyân'ın (Ö. 31/651) karısı Hind, Hz. Peygamber'e, kocasının malından kendisi ve çocukları için habersiz olarak alıp alamayacağını sormuş, Rasûlullah (s.a.s) O'na şöyle cevap vermiştir: "Ma'rûf üzere sona ve çocuğuna yetecek kadar al " (Buhârî, Büyû', 95; Nesâî, Kadâ, 31; İbn Mâce, Ticârat, 65; Dârimî, Nikâh, 54).

Sonuç olarak, başkasının yanında bir hakkını mal veya ticaret eşyası (urûz) olarak bulan kimsenin borçlu, ödemede gevşek davranıyor veya borcu inkâr ediyorsa, bunu mahkeme kararı olmaksızın, zarûret sebebiyle, diyâneten almasının mübah olduğu konusunda, görüş birliği vardır (İbnü'l-Humâm, a. g. e. IV, 219-265; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 25, 26).

Borçların ifasında, adâlet ilkesine uyulur. Ancak hakkın çeşit veya miktarı belirli değilse, insanlar arasındaki ortalama ölçüsü esas alınır. (Haklarda orta yol için bk. el-Bakara, 2/233, el-Mâide, 5/89). Eğer borçlu darlık içinde ise, ona kolaylık göstermek gerekir: "Eğer borçlu darda ise, ona genişliğe çıkıncaya kadar süre verin, bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280). Kadının mehir, kısas hakkı sahibinin kısas hakkından vazgeçmesinde de böyle bir kolaylık söz konusudur (bk. en-Nisâ, 4/4; el-İsrâ, 17/33).

Bir kimsenin sahip olduğu bir haktan vazgeçmesi kendisi için bir ecir kaynağıdır. Âyette şöyle buyurulur: "Kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Kim kendine yapılan kötülüğü affedip barışırsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Şüphesiz ki Allah, Zâlimleri sevmez" (eş-Şûrâ, 42/40).

b) Hakkın himâyesi. İslâm, kendi tanıdığı hakları hem dünyevî, hem de uhrevî müeyyidelerle koruma altına almıştır. Allah hakkı olan ibadetlerin uhrevî ecir veya terki halinde azaba sebep olması, dünyevî bakımdan da "iyiliği emir ve kötülükten nehiy" çerçevesinde müeyyide bağlanması koruyucu niteliktedir. Kul hakları içinde herkes birbirinin mal, can ve ırz gibi temel haklarına saygı göstermek zorundadır. Aksi halde Devlet gücü devreye girer ve saldırıyı önler.

c)Hakkın meşrû şekilde kullanılması. Hakların İslâm'ın emrettiği şekilde izin verdiği ölçüler içinde kullanılması gerekir. Bir kimse mülkiyet hakkını dilediği gibi kullanır, fakat komşusuna ışığını veya havasını keserek vb. şekillerde zarar vermemesi de gereklidir. İslâm, başkasına zararı ve zulmü yasaklamıştır. Bu prensip, tüm Devlet yöneticileri için de geçerlidir. Nitekim Halkın şikâyeti üzerine Hz. Ömer (Ö. 23/643), Ammar b. Yâsir'i (Ö. 34/657) kûfe vâliliğinden azletmiştir.

d) Hakkın başkasına nakli. Bazı hakların başkasına nakledilmesi mümkün ve câizdir. Bu hak mâlî veya gayrî mâlî olabilir. Meselâ; satılan maldaki mülkiyet hakkı, satım akdi sebebiyle satıcıdan alıcıya geçer. Alacak hakkı, borçlunun ölümü hâlinde mirasa intikal eder. Yine mâlî olmayan haklardan küçük çocuk üzerindeki velâyet hakkı, babanın ölümü hâlinde dedeye, hıdâne hakkı, annesi çocuğun mahremi olmayan birisiyle evlenmesi hâlinde anneden ana cihetinden nineye geçer, hakkın intikal sebeplerinin bazıları şunlardır: Akit, ölüm, alacağın veya bir hakkın başkasına havâlesi (ciro).

e) Hakkın sona ermesi. Hakkın sona erme sebepleri, hakkın çeşidine göre değişir. Nikâh akdi talâkla, çocuğun babası üzerindeki nafaka hakkı ise, kazanacak çağa ulaşmasıyla son bulur. Yine mülkiyet hakkı satımla, intifa hakkı icâre akdinin feshi veya kira süresinin bitmesi yahut da akdin bazı özürler veya evin yıkılması gibi sebeplerle sona erer. Alacak hakkı; edâ, takas, sulh, hibe, iskat veya ibrâ yollarıyla ortadan kalkar.

Sonuç olarak İslâm hukuku açısın dan hakların asıl kaynağı İslam'dır. Durum böyle olunca, hakkın doğması, kullanılması, korunması ve sona ermesi ile ilgili hükümleri de İslâm'ın belirlemesi tabiîdir.(Hamdi DÖNDÜREN)

SONUÇ

Saatin ortaya çıkışı ve genel kabul görmesinin sırrı. Bu konuda İbrahim Edhem Gören’in mülakatından bazı başlıkları aktarmak istiyorum. Çünkü ortaya çıkışı ve kabul görmesi çok ilginç.

Birkaç yıldır sosyal medyanın muhtelif platformlarında defaatle tevafuk ettiğim saatin yazıları hattat Hanife Alpaydın’a ait. Tekstil ürünlerinden duvar saatlerine; anahtarlıktan ofis ürünlerine kadar pek çok mecrada taklid edilen irfan saatinin müellifinin Lütfi Sunar Hoca olduğunu ise yeni öğrendim.

Hakk ile başlayan saat yönünde sırasıyla tevhid, ilim, irfan, akl, hikmet, insan, amel, adl, ahlâk, umran ve İslâm umdelerine yer verilen irfan saatinin hikâyesini, daha doğrusu vakıasını sosyolojik teori, şarkiyatçılık, öteki, toplumsal değişim, tabakalaşma ve meslekler alanında eskilerin efradını cami a’yarını mani dedikleri tarzda kitap ve makalelere imza atan Doç. Dr. Sunar’dan dinleyelim:  “2012’de İLEM’in 10. Yılı için bir özel hediye düşünüyorduk. Bir arkadaşımızın önerisi ile bir saat şeklinde bir ayraç yapma fikri ortaya çıktı. Sonra rakamların yerine İslâm medeniyetinin temel kavramlarını koyacağımız bir saat olsun, adına da “ilim saati” diyelim dedik.

Doç. Sunar: Osmanlı saati olarak algılandı

Bu aslında basit ve sade bir görselliği olan bir ayraçtı. Ayracın arkasında da işte bu detaylar, tasarımcı vs. anlatılıyordu. Fakat bu ayraç görseli zamanla internette yayıldı ve çok ilginç bir şekilde bizim yüklediğimiz anlamın dışında başka anlamlar kazandı. Bu bir Osmanlı saati olarak algılandı. ”cümleleriyle özetliyor.”

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Lütfi Sunar’ın, “saat yönündeki umdeleri nasıl belirlediniz ve hangi muvazeneye göre sıraladınız?” şeklindeki sualimize verdiği cevap şöyle oldu: “Kavramları seçme süreci epey uzun sürdü. İbrahim H. Üçer ile birlikte bu kavramları rakamlara hiyerarşik olarak yerleştirmeye çabaladık. Fakat bu mümkün olmadı. Zira kavramlar arasında hiyerarşik bir ilişki çıkmıyordu. Bir veçheden diğerinin üstünde olan bir kavram başka bir veçheden diğerinin altında kalabiliyordu. Dolayısıyla sadece 3-6-9-12 rakamları yerine gelecek kavramlar arasında doğrudan bir ilişki tesisi ile yetindik. 12’ye “hakkı”, 6’ya “insanı” yerleştirdik. Böylece bir dikey eksen oluşturduk.

İlmin yatay ve dikey ekseni…

9 ile 3’e de “irfan” ile “ahlâkı” yerleştirdik. Orada da bir yatay eksen oluşturduk. Bunu ilmin yatay ve dikey ekseni olarak kabul ettik. Araya da “adalet” ve “akıl” gibi birtakım kavramlar koyduk.”

Lütfi Hoca, Müslüman bir sosyolog gözüyle ilim ve hikmet umdelerini değerlendirdiğinde ortaya şu hükümler çıkıyor: “Aslında burada ciddi bir tarih dersi mevcut. Bizim eseri meydana getiren kişiler olarak zihnimizde tarihe ait görmediğimiz bir olgu onu görenlerin zihninde tarihsel bir şey olarak kodlanıyor. Bu Osmanlı saati değil desek de artık anlatmamız imkânsız. Zira İslâm’la ilgili herhangi bir mesele bugün hep tarihe ait bir şey olarak görülüyor. Bu iyi niyetle de olsa kötü niyetle de olsa sonuçta Müslümanlık nostaljik bir değer olarak kabul görüyor! Halbuki biz tam da bu değerlerin bir Müslüman’ın gündelik hayatında saatin rakamları gibi olağan bir şekilde yer etmesi gerektiği mesajını yüklemiştik.”

Bu satırların yazarının irfan saati şeklinde adlandırdığı bu eserle ilk yüzleşme anında hafızasına Ahmet Haşim’in 102 yıl önce kaleme aldığı Müslüman Saati isimli yazısı tedai etmişti. Haşim, mezkûr yazısında yönünü, daha doğrusu kıblesini kaybetmeye başlayan insanımıza bir asır öncesinden ayna tutup Müslümanca yaşamaya davet ederken “İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat’ten kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre de “saat”erimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder.” diyordu.

‘Saatin sembolize ettiği şey değişimdir’

Doç. Dr. Lütfi Sunar’a müellifi olduğu irfan saatinden hâsıl olan “tik-tak”ların lisân-ı haliyle günümüz insanlarına neler söylediğini sorduğumda aldığım cevapla mutmain olduğumu belirtmeliyim: “Günümüzde meseleleri değerlendirirken ve bir tutum oluştururken zamanın akışını ve değişimi dikkate almadan bir değerlendirme yapmak çok anlamlı gözükmüyor. Zira saatin sembolize ettiği şey değişimdir. Bir saati durdurursanız saat olmaktan çıkar ve bir dekora döner. Ancak aynı zamanda bütün bu değişimin arkasında süreklilikler de mevcuttur. Saatin rakamları bu rakamlar arasındaki hiyerarşik ilişki, saatin düzeni, sürelerin sabitliği gibi unsurlar bir saati saat yapan süreklilik unsurları olarak karşımıza çıkarlar. Dolayısıyla üzerinde bir takım temel İslâmî kavramların bulunduğu bir saat imgesi ile biz nostaljik bir metadan ziyade değişim ve süreklilik arasındaki ilişkiyi düşündürtmeyi amaçlıyoruz.”(İbrahim Edhem Gören-İttifak) (https://www.ittifakgazetesi.com/ilem-in-irfan-saati-m492.html)

 

 

Son Güncelleme: Perşembe, 18 Nisan 2024 22:23  

İstatistikler

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 22:23
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 3475
İçerik : 644
Web Bağlantıları : 8
İçerik Tıklama Görünümü : 1742584